28 Ekim 2010 Perşembe
business adventures
bankacılık kariyerine hep karşıyken sonunda gerçekten de severek yapabildiğim bir iş olduğunu görmek hem şaşırtıcı hem de üzücü. inanılmaz önyargılı tavırlar sergiliyorum bazen, hayatımın önemli bir kısmına mal oluyor gerçi olan her şeyin bir anlamı var, ama yine de salaklıklar için kendimizi avutmak gibi oluyor bazen.
eskiden bankacıları kasıntı, sürekli şık şıkır giyinen, geneli kadın sektör çalışanları olarak görürdüm, meğersem onlar işin sadece bireysel kısmındaki insanlarmış, ayrıca asla kasıntı değil son derece samimilermiş. bankadan beklediğim ise çılgıncasına yoğun ve yorucu bir çalışma temposuydu meğersem bu da carinin işiymiş, eh benim işime gelince, dünyanın en kolay şeyi değil tabii, ama sevdiğimden mütevellit, eğleniyorum.
günün çoğu işyerinde geçtiği için, iş arkadaşlarınla eğer iyi anlaşabilirsen gerçekten de keyif, yoksa zulüm olur insana. şanslıyım ki olduğum gibi kabullendiler beni, iş arkadaşlarına tontik, cici, canım demekte beis görmediğim gibi, onların enerjisini de değiştiriyorum. tabii böylesine kıpır kıpır bir misyonu istemsiz üstlenmiş olunca, herkesin beklentisi "bu kız hep güler" oluyor, ayakta tutması zor bir görev ama deniyorum.
20-25 kişilik bi şube bizimki, inanılmaz merkezi. yemek yemeğe düşkün bir şube müdürü, geneli hamile ya da yeni doğum yapmış bir kadınlar ordusu, recep ivedik tarzı bir müdür yardımcısı, sevimli bir kız arkadaş, okuma delisi ve hakkında bişiler öğrenmeye heves ettiren bir adam, çaycısı, güvenliği derken kocaman bir aile.
insanın hayatında seçme şansı hiç olmuyor, aileni seçemiyorsun, okulunu seçsen arkadaşlarını seçemiyorsun, işini seçsen detaylarını seçemiyorsun.. tonla şey var elimizin yetmediği, gücümüzün yarıda kaldığı, ama bir parça şansın varsa, işindekilerle iyi anlaşabilmeyi seçiyorsun.
işyerinin bitişiği sushico, bundan nasiplenebilecek insanlarla birlikte olmak bir lütuf. yine de kendimi hibçir şekilde şube müdiresi olarak düşünemiyorum, müdire kelimesi bile tüylerimi ürpertmeye yetiyor. ah beni nasıl bir hayatın beklediğini bilebilseydim..
bu çok iş maceralarından bahsetmek gibi olmadı, giriş oldu ama devamı çok yakında
özlemişim.
itiraz
dünyanın en hızlı büyüyen havaalanı diye böbürlenmeyi biliyorsunuz, nitekim iyi de yapıyorsunuz sabiha gökçeni yetiştirip zırt pırt uçaklar koyarak... velhasıl kelam bekleme salonlarınıza daha çok yatırım yapmalısınız, sadece yarım saattir oturduğum koltukta resmen popomun düzleştiğini hissettim, nitekim kemikli bir insan da değilim ki kemiklerim battı diyeyim, kayanın üstünde otursam daha rahat ederdim hiç şüphesiz.
imza: iki haftada bir ankaraya uçakla gidip zamanının önemli bir kısmını havaalanında geçiren simen
25 Ekim 2010 Pazartesi
Lets talk, not more
Ufak mutlulukların bi anda çoğalması çok büyük bi kudret, başkaları adına sevinmeyi çok iyi biliyoruz aslında, iltifat etmeyi, sevgimizi göstermeyi ama bunun için neden "olgun" koşulları beklediğimizi bir türlü anlamıyorum.
tom robbins'in ağaçkakan'ını okuyorum ikinci kez, bu sefer verdiği mesaj daha farklı sanki, ya da ben işime geldiği gibi alıyorum..
Hava yağmurluymuş kime ne, hayat güzel ya!
24 Ekim 2010 Pazar
cultural blindness
cuma günü aylar sonra dodoyu gördüm, buluştuk, o kendi sayısıyla 1532 kilo vermişti, istiklal mangonun önünde sarıldık birbirimize. görüşmeyeli iki buçuk ay olmuştu da, hiçbişi değişmemişti. son dönem dedikodularını aldık verdik, onun ajans hikayesini dinledim, kahkahalar attığımız şeyler oldu, gözümüzden yaşlar geldi, ara cafenin garsonlarına gıcık olduk vs vs.. dolu doluydu ama, güzeldi. son havadisleri almak, hala var olduğumu, istanbulda olduğumu hissettirdi bana.
dodo benim için çok özel, çok çok önemli bi insan, annesi de öyle. nitekim hayatımdan ne zaman yakınacak şeyler bulsam, ne zaman bir takım şeylerin kötüye gittiğini hissetsem sihirli değneğiyle çıkıveriyor öteki köşeden, aydınlanma yaşıyorum. yine iyi gelmesine ihtiyacım olan zamanlardan biriydi ve geldi.
cuma gecesi eve dönüp uyudum pıt pıt, cumartesi sabah erkencikten uyanıp kendimce pilates yaptım. bir power plate mevzusudur kasıp kavuruyor ortalığı, sürekli şehir fırsatlarında filan geliyor, adam gibi bi spor salonuna yazılıp kendisini tecrübe etme isteğim var. cumartesi sabahı kimse yoktu evde benden başka, kuzenin varlığı yoklukla birdi çünkü. gittim kendime üşenmeden adam gibi bir kahvaltı hazırladım, tek başımalığıma aldırmadan çayımı bile demledim. esaslı bir kahvaltı yaptım, odamı topladım, kıyafet dolabımdan çıkan tahta kurularından irite oldum, hala giydiğim kıyafetler yüzünden tik oluşmuş halde kaşınıyorum. hala yerleşememiş, bir türlü bana ait hissettirmeyen odama baktım. bir yere ev demek için, nelere sahip olmak gerektiğini merak ettim.
eğitimden arkadaşlarla kanyonda buluştuk, gloria jeanste bir soluk, numnumda daha uzun bir soluk aldık, iş dedikodularıyla dolduk taştık, aşktan, ilişkilerden, spordan, taşınmalardan bahsettik. bayram tatili, ilerdeki hayatımız derken bi insanın hayatta başına gelebilecek en güzel şeyin, kalabalık bir dost ortamı olduğunu yine anımsadım, yüzüm güldü.
sonrasında da kendimizi makrocentera attık kuzenle buluşup, akşamına girls night yapıp kadeh kadeh şarap içtik, o askerdeki sevgilisini anlattı, ben işimi anlattım. bildiği istanbulu ona yeniden anlattım, ayrı yataklarda çakırkeyif uykulara daldık.
bi haftasonu daha geçiverdi böylece, körelmişliğim şimdilik son buldu.
21 Ekim 2010 Perşembe
zulümlerin hüzün vermiyor..
burası hiçbişeyin imkansız olmadığı bi yer.
Sabahları işe, işyerinden bi arkadaşımla birlikte geliyorum, radyo dinliyoruz çeşitli cdlere takılıyoruz, arada bağıra bağıra birlikte söylüyoruz şarkıları. İş arkadaşınla böyle olmak, hem özel hem uluorta olmak çok acayip, aşktan bahsetmiyoruz hiç, nadiren konu sekse geliyor, kıyısından çeviriyoruz. Ama tanıyoruz birbirimizi, şarkılarla tanışıyoruz.
Bugün porto beşiktaş maçına iddia oynadık, futbolla pek aram olmamasına rağmen, porto kesin alır dediler, iyi dedim güvenip elli kağıdı yatırıverdim. Akşam hayatımda izlemediğim iki takımın maçı karşısına kilitlenmiş buldum kendimi, koşu bandındaydım, yanımda koşan başka adamlar, kadınlar vardı. heyecanla maçı izledim, porto gol attı ben daha da şevkle koştum, nihayetinde spor salonundaki bikaç kişiyle iddia muhabbeti yapar buldum kendimi.
Türk değil misin diyorlar portoyu tuttuğum için, iş başka Türklük başka diyorum.
Umarım iddia bağımlısı olmam!
17 Ekim 2010 Pazar
istanbul senmişsin
Yine ankaradan döndüğüm zamanlardan birindeyim, ikidir o bırakıyor beni havaalanına, uzunca vedalaşıyoruz. Herkes bakarken sırada öpüveriyorum onu, daha da sıkı sarılıyor. Ayrılmak bile güzel onunla.
Her defasında benim için kolaylaşıyor ayrılık, ona döneceğimi bilerek ayrılıyorum yanından, oysa tam tersim benim her defasında daha bir ürkek uğurluyor beni, gözleri doluyor, sarılıyorum, gözkapaklarını öpüyorum kirpiklerini sıkıştırıyorum iki dudağımın arasında, eliyle boynumu tutuyor, ensesine düşen bikaç tutam saçını okşuyorum, o üzülünce ben de durgunlaşıyorum..ancak birlikte mutluyuz biz.
Gelmeden önce sana süprizlerim var dedi, yalvardım söylemedi. Benden öğrendi böyle pislik yapmayı, ona süprizim olduğunda hiç söylemedim, yalvardı ipucu bile vermedim. Sevgilim insaflı, üç süprizinden birini söyledi bana, işyerinde kartvizitim basılmıştı, kartvizitlik almış. Diğerlerini söylesin diye yalvardım, suskunluğunu korudu. İyi ki de korumuş, hayatımda aldığım en güzel hediyeyi söylemediği için sevindim.
Dün akşamdı beni eski pilates grubuyla gittiğim yemekten alışı, arabada giderken süprizlerimi verdi, trafik ışıklarında duruyorduk. Önce 2011 moleskine ajandam çıktı, tam istediğim boy, soft cover weekly, hatırlamasına inanamadım. Daha aylar varken almış olmasına çok sevindim, sonra netbook kılıfımı verdi, yeni aldığım için daha kılıf almaya vaktim olmamıştı, kelebekli çiçekli bişi, ben olsam aynısını alırdım. Son olarak da.. Yazarken bile yüzüme gülümseme yerleşiyor. Bir kutu açtım, üzerinde adım yazılıydı, ilk adımın ilk harfi bütün karizmasıyla duruyordu, kutunun içini açtım, kartvizitliğimi ve kalemimi o zaman gördüm. İkisinin de üzerinde adım yazılıydı, hayatımda daha anlamlı bir hediye aldım mı hiç hatırlamıyorum.
Hep yanımda olduğunu biliyordum, ama artık daha da "hep yanımda" olduğunu bilmek öyle hoşuma gidiyor ki..
Birkaç araba turundan ve hediye heyecanından sonra cafemize gittik, alkollüydüm, gözlerinin içine baka baja canım seni çekti dedim, hımm dedi bütün iç gıcıklayıcılığyla, beni seviyo musun sen dedi, ebet dedim, çok mu dedi çok dedim. Sonra duraksadı, aşık mısın bana dedi, utandım, çocuklar gibi kafamı önüme düşürdüm, çenemden tuttu beni hıh? Dedi, gülümsedim, kalbimden geçip dilime gelemeyeni sordu, cevabının evet olduğunu bile bile sordu, bense sustum.
Şimdi söylüyorum sevgili, tabii ki de aşığım sana, ama dur. Bunu yazının taa en başında söylemiştim zaten değil mi?
14 Ekim 2010 Perşembe
a purposeful life
Çalışırken yaşanacak yer değil istanbul, bunu anladım bir şekilde karmaşasına alıyor seni, dinlenmek istediğin zamanlardan sonra bile yorgun buluyorsun kendini. Jelatin söylediğinde kızmıştım istanbulu sevmediği için, haksız değilmiş hani.
Ama öyle bir yanı var ki, bütün her şeyine rağmen kalbim sıcacık istanbula karşı, her defasında beni heyecanlandıran bi yanı var.
Haftasonu ankara yolları taştan, cumartesi gecesi arkadaşın doğum günü için fasıla gidiyoruz, meze diye bir yere. Gitmeyeli çok olmuştu mısır apartmanındaki pera palası saymazsam.
Hayatın gerçekten ne olduğunu unutuyormuşum gibime geliyor bazen..
10 Ekim 2010 Pazar
Baksana talihe mal verir kimine, seni vermiş benim gibi birine..
Yatağında uzanmışken kendi bedenine dokundu, en ufak dokunuşlarla bile yanıyordu canı, ama sevgilinin bıraktığı acı bile öyle tatlıydı ki gülümsedi, en içinden taa derinden gülümsedi. Sevgilisi yanında yatıyor olsaydı, gözlerinin pırıl pırıl olduğunu söylerdi.
Kız da ona dönüp bi önceki gün otel odasında söylediğini tekrar ederdi "sen benim günlük gazetem, haftalık penguenim, aylık dergim, yıllık ntv almanağımsın"
Öyle çok sevdim ki seni sevgilim..