12 Ağustos 2011 Cuma

#212

cumartesi sabahı gözümüzü açar açmaz, eşyalarımızı toplayıp önce hisardaki sade kahveye kahvaltıya gittik. hisarın dibindeki kahvaltı yerleri içinde bence en güzeli hep nar, belki biraz garsonları küstah, belki biraz devinim hızlı ve müşteri çok umurlarında değil ama yine de en keyifli kahvaltı tabağı onların. fincan ilk açıldığı zamanlarda çok şahaneydi, sonrasında büyüdükçe büyüdüler ve eski sevimli halleri kalmadı. pastane işi tutuyor, kahvaltı yerleri tutuyor ama bu mekan sahiplerinin zincir olup büyümektense, kadıköydeki baylan pastanesi gibi, koşuyolundaki ceviz ağacı gibi tek kalıp niş olmayı becerebilmesi gerekiyor.



*kahvaltıdan bir kare bulamadığım için bunlar namlı gurmedeki eski bir kahvaltıdan kalma kareler

kahvaltımızı ederken masaya dışardan bir kadın yanaştı, açık buğday tenli, sarışın küt saçlı renkli gözlü bir kadındı. daha önce hiç rastlamamıştım, elinde siyah bir poşet, kalem sattığını söyledi cross kalem, çok meşhurmuş bilirmişim öyle dedi, beş liraya alıverdik birkaç tane. 99 depreminde kolunu kaybettiğini söyledi, sigorta karşılamadığı için koluna protez takamamışlar, omzundan dirseğine kadar dikiş atılmıştı, amerikan koleji mezunuyum dediğinde, tereddütsüz inandım. sonra da içime vicdan azabı çöreklendi, her şey insanlar için derken, çok fazla şeye sırt çevirdiğimi fark edip, kendime kızdım.

kahvaltı sonrasında soluğu modanın yeni oteli doubletree by hilton'da aldık, ama otel macerası bir sonraki yazıya kalacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder