22 Ağustos 2010 Pazar

Sabır taşı çatladı artık olamaz seni benim elimden kimse alamaz biz ikimiz bal kaymak gibiyiz

Cumartesiyi pazara bağlayan gece, sabahın/gecenin üç buçuğu, ankarada hava serin mi serin. Otobüsten iniyorum, yanımda sadece ufacık bi kol çantası, içine son anda tıkıştırılmış o çok sevdiği beyaz elbisem, yedek tshirtüm diş fırçam ve beni evinde ağırlayacak olan arkadaşına aldığım hediye var.

Otobüs yanaşıyor, onu görüyorum o saatte beni bekleyen adamın kucağına atlamak için sabırsızlanıyorum. Hemen iniyorum otobüsen, boynuna dolandığım gibi en şımarık halimle "ben geldimm" diyorum gözlerinin içine baka baka, "hoşgeldin" diyor. Elimden tuttuğu gibi arabaya gidiyoruz. Gün içinde olan aksilikleri plan değişikliklerini anlatıyor bana. Ben arkadaşının evinde kalırız sanırken bi anda otelde kalacağımızı öğreniyorum, onunla otelde kalmaya alıştım ama ankarada bi otelde kalacağımızı hiç düşünmemiştim. Abuk bi saatte giriş yapıyoruz otele, uyuyoruz, uyanıyoruz, onun öpmesiyle uyanıyorum daha bi hafta önce yanımda yatan adamı nasıl bu kadar özlediğimi almıyor aklım.

Sabah kahvaltısına incek'teki o yeni keşfine götürüyor beni, elleriyle yediriyor, çayımı koyuyor. Bana ankarayı özleten adamın ellerini öpüyorum, ona bakarken gözlerim doluyor.

Hiç olmaz dediğim tanıdıklara rastlıyorum, artık evim neresi bilmiyorum. Ankara'da dışarı çıkınca tanıdık görmek, istanbul'da görmek bana aitliğimi yitirmişim gibi hissettiriyor.

Kahvaltıdan sonra eve gelip pinekliyoruz, belgesel bakıyor, arapça trt'ye kendimizce dublaj yapıyoruz, gülüyoruz..sanki hayatta başka hiçbişi yapmasak olurmuş gibi.

Akşam yemeğinde park caddesi kıtırda alıyoruz soluğu, özlemişim gibi hissediyorum ankaranın düzenini, yine de istanbulda yaşamak hayalimi gerçekleştiriyorum. Yemekte de yakın bi arkadaşa rastlıyorum, sonsuz sarılıyor bana, bi bırakıp tekrar tekrar sarılıyor, özlediklerimin yanında olmak öyle güzel ki.

Akşam sinemaya gidiyoruz sevgiliyle, otobüs gece bir buçukta, filmde ikimiz de uyuklama modundayız, en arka koltuklara kuruluyoruz, elele A takımını izleyip ara sıra kestiriyoruz.

İnanılmaz bi hüzün var onda, gitmek öyle zor ki..ona defalarca anlatıyorum yakın olduğumuzu, o hüzün bir türlü gitmiyor gözlerinden. Üzülmesine dayanamıyorum, ama elimden bişi gelmiyor.saatlerce bakıyor bana, izliyor, yüz hatlarımın üstünden geçiyor tek tek sanki ezberlemeye çalışır gibi.

Önümüzdeki ayların buluşmalarından bahsediyoruz, eylülde bayram var iki gün sapancaya kaçar sonra birlikte ankaraya döneriz diyoruz, ekimde bi o gelir bi ben giderim, sonrası kasım zaten upuzuuun bi bayram var..aralık ocak şubar mart derken o nisanda askere gidiyor zaten. Sonra 5 ay öyle yokum önümüzde bişi kalmadı ki diyor, gülüyorum.

Zaman çok çabuk geçiyor bense onla olan her dakikamın kıymetini biliyorum.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Seven ne yapmaz

Seven insanın bünyesi, motivasyonu başka oluyor. Yalnızken başkalarından dinlediğin sevgili hikayelerine burun kıvırırken, yapılan fedakarlıkları anlamsız bulup kendi varlığını en üstün sanırken, sevmeye başlayınca bi anda tükürdüğünü yalıyorsun. Bütün o "büyük konuşma" lafları da burdan çıkıyor zaten.
yine de insan kendiyle çelişmekte on numara, neyi yapmam derse yapar buluyor kendini.

Eskiden birisi deseydi ki "sevgilimi çok özledim günübirlik şehirdışına gidip göreceğim onu" sadece gülerdim, hatta üstüne "mal mısın be o kadar yol çekilir mi?" bile derdim. Şimdi saat 2.44te zifiri karanlık içinde yoldayken sevgili ile bi kahvaltı ve beraber geçecek gün içln yanına gidiyorum. Artık dışardan insanların benim konuşmalarıma burun kıvırdığı, yaptığımı anlamaz olduğu noktadayım... böylesi de güzelmiş.

Her ne yapıyor olursam olayım, hayatta illa ki yaptığımı anlayan biri çıkıyor, yaşadığımın bir örneğini çevremde illa ki buluyorum, işler daha da kolaylaşıyor.

Sevgiliye kavuşmaya 20 dakika filan kaldı, yüzüme yerleşecek koccaman bi gülümseme var, hazırlanmalıyım.

19 Ağustos 2010 Perşembe

#99

Hayat kaç bölümden ibaret bilmiyorum, çalışan kesime geçince bunun öğrencilik, iş ve emeklilik olduğunu düşünüyorsunuz ister istemez. Ben de tam ortasındayım bu üçlünün. Hayat bir yerden sonra tekrara sarıyor, artık ne "işe giderken ne giysem"lerin önemi kalıyor, ne de "işten sonra ne yapsam"ların. Bir şekilde su yolunu buluyor, giydiğin kıyafetler tekrar ediyor, akşam yaptıkların, gördüğün kişiler aynılaşıyor. Herkesin "çok bunaldım" "hayatım çok rutin" tripleri de bundan. keşke değişiklik olsun diye işe 5 saat geç gidebilseydik arada bi, ama olmuyor. İş ayrı bir düzen zaten, bilgisayarının başından iki dakika çiş molası diye niyetlenip kalksan, pekçok şeyin değiştiğıini görebilirsin.
Böylesi hayatlarla nasıl başa çıkmalı, ya da çıkmaya gerek var mı bilmiyorum.. Bu işin de kendi içinde bi dengesi var illa ki ama çözebilene aşk olsun..

17 Ağustos 2010 Salı

Way back into love

nazara inanan biri değilim, öyle bağnaz hareketlerim olmadı hiç. Herkesi kendim gibi bildiğimden sandım ki insanlar kim olursa olsun her daim mutluluğumuzu isterler. Aşırı mutluysak koruma başlığı altında bunu baltalamaya çalışacakları hiç aklıma gelmemişti.

Mutlu olmanın ne olduğunu, olumlu bişi olduğunu unutmuş sanki çevremdekiler.. O yüzden coşkuyla bişi anlattığım zaman "fazla kaptırmadın mı?" oluyor, kaptırdım evet, o adamı sevmeye kaptırdım, ama yanında ne kadar mutlu olduğumu herkes görüyorsa, biz birlikte mutluysak, bu kendimizi kaptırmayı aklımızla da kalbimizle de doğruladıysak başkalarına hesap vermek neden olsun?

ne kadar samimi olursan ol, ailen canın kanın olsa da insan yalnız işte. Ne yaşarsa sadece kendi yaşıyor, sevgiliyle mutlu olduğumu bunu yaşayanlardan başka kim bilebilir ki? Anlatmaya çalışmak bile yersizmiş..

böyle bi burukluk var üzerimde, nerden peydah olduğunu öğrenemedim henüz bu hissin ama yakında geçecektir eminim.

Bu akşam tek başıma sinemaya gidesim var, yalnız olmaktan zevk aldığımı göstermeliyim kendime.

Bir de istanbula taşınmadan söz vermiştim kendime, işte ne kadar yorulursam yorulayım direk eve gelip tv karşısında sızan biri asla olmayacağım diye.. O yüzden her akşam yazılabileceğim bi spor bulmalıyım kendime. Haftanın 5 günü pilates yapabilmeli, bununla gurur duyabilmeliyim olmayan düzenimin içinde.

Hayatıma dışardan, başkasının gözünden bakabilsem keşke azcık.

Tuesday mornin depression.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Acılarla besleniyoruz, mutluyken üretemiyoruz..

Yazmıyorum, yazamıyorum... yaşadıklarım hiç gerçek gibi gelmiyor, susup kendime saklıyorum hepsini.

Her şarkıda yüzümü gülümseten bi adamı seviyorum, beni sonunda romantik yapabilen bi adamı, yanında gözlerimin dolduğu, yatağın bi yanını hep o varmış gibi boş bıraktığım bi adamı işte. Birlikte saatlerce belgesel izlediğim, her şeyimi anlattığım, en en büyük hayalimi söylediğim, bi cümlesine mutluluktan ağladığım, yanında olmaktan sonsuz gurur duyduğum bi adamı, onu ankaraya yollarken servisi gider gitmez dizlerimin üstüne çöküp sokak ortasında arkasından ağladığım adamı seviyorum ben.

İlk kez birini sevdiğimi fark ediyorum, bencilliğimi bıraktığımı, sırf onu bi kere gülümsetebilmek için çok şeyler yapacağımı biliyorum. Ona sıkıca sarılıyorum tüm sevgim hislerim geçsin diye yetmiyor ki anlatmaya..artık tanımlayamıyorum hissettiğimin ne olduğunu ama sonuna kadar onunla olmak istediğimi biliyorum, her dem böyle taze, süprizlerle dolu bi aşkın içinde, gece yatarken, sabah uyanınca onun yanımda olması hayaliyle yaşıyorum.

Öncesinde çok şey yaşadık, ikimiz de..bi seneyi aldı yolumuzu bulmamız ama sonunda bulduk. Bana ankarayı en güzel şehirmiş gibi gösteren adamı çok seviyorum.

10 Ağustos 2010 Salı

Ömrümün yarısıymış

İş hayatına gerçekten adım atmak yeni bir hayata başlamak demek, sabahları erkenden uyanmakla başlıyor, işyeri önündeki simitçilerle kanka olmakla devam ediyor, akşam otobüsteki tonlarca yorgun suratın arkasında yatan nedene ortaklık etmekle son buluyor.

Çalışmak, öğrenmek güzel, biraz tedirginlik edici, azcık da zihin yorgunluğu ama yine de güzel. Masama oturdum dün, bomboş ve kocaman bir masa, bürositi kırmızı kendisi koyu gri. Önce kırtasiye işlerini hallettim, masamda tray bile yoktu. Sonra çalışanlardan biri mavi ve turuncu iki tray getirip "hani çok renklisin ya, bu renkler masana yakışır" dedi. Kim olduğumu saklayamadığımı fark ettim, ne kadar iş hayatı artık ciddi olmam lazım desem de, renklerimden gram ödün vermediğime sevindim.

dün masamda sakin sakin otururken bi adam çıktı üst kata, adımı soyadımı söyledi "benim" diye seslendim çekingen bir tavırla, elindeki çiçeklere baktım. Bir kağıda imza atıverdim, "7 tane tomurcuk beyaz güle ve ortasındaki orkidelere" daldım, içinden bir kart çıktı, açtım okudum, gözlerim doldu, ellerim titredi heyecandan... Sevgili göndermiş meğer, diyor ki "hayatının yeni bir dönüm noktası olan iş hayatında başarılar diliyorum ve her zaman olduğu gibi burada da yanında olduğumu bilmeni istiyorum" altında adı soyadı vardı, ilk tepkim o soyadını taşımaktan ne kadar gurur duyacağımdı.

Çiçekleri masama koydum koklaya koklaya, ortasında simli kırmızı kalbe dokundum. aramızda 500 km yoktu, sevdiğim adam her an yanıbaşımdaydı.

Çiçekçiyi ilk gördüğümde annemlerdir sandım, ancak aile böylesi bi jest yapar gibime gelmişti, o an fark ettim sevgilinin de benim için çoktan aile olduğunu.

"seni buldum,
Arıyordum
Kaybetmem bi daha" demiş redd.

Bu mail Nokia E71 ile gönderilmiştir.

8 Ağustos 2010 Pazar

Yıkadı günahlarımdan beni masumiyeti cennetten gelen bir melekti sanki..

Zamanın ne kadar hızlı geçtiğine kendi hayatımla tanıklık ediyorum. Mayısın ortalarında sıklaşan istanbul ziyaretlerim, sevgiliyle sorunlu olan dönemde dodonun evinde huzuru buluşum. Ne hayatımın yönünü biliyordum, ne de ne yapmak istediğimi. Sanki nasıl biri olduğumu da bilmiyor öyle askıda salınıyordum zoraki. Sonra kilitli noktaları birbir açılmaya başladı hayatımın, önce iş oldu haliyle istanbula taşınmak gerekti, vedalar edilirken sevgiliyle barışıldı, dileklerim bi anda kabul oldu. Apar topar bi toplanmanın sonunda iki otel değiştirip kendimin olmayan bi hayatı yaşadım, her şeyimi karşılayan işyerim beni el üstünde tutup eğitti, tanıştığıma çok memnun olduğum arkadaşlar çıkardı karşıma. arada sevgili geldi yanıma, benimle kaldı otelde, yanında uyuyup uyanırken, onunla birlikte olduğum için sonsuz mutluyken hayatımı geçirmek istediğim adamı bulduğumu fark ettim, birinci yılımızı kutladık. Aradan birkaç hafta geçti, haftasonu yine geliyor, bu sefer başka bir otele geçiyoruz birlikte. Bir süre için evimiz oteller olacak, ama çok yakında kendi evimizde birlikte olacağız.

Pazar günü doğum günüm, hayatımın dönüm noktası bu son bi sene, belki de zorlu geçen ama en güzel senesi. O yüzden her şeyi kutluyorum sırf doğumumu değil.

Haftasonu yazlık kaçamağından sonra en nihayetinde denize girmişken tatili bırakıp istanbula dönüyor olmak, istanbula evim demek öyle güzel ki..

İstanbul'a aşık olduğumu söylemiş miydim?

3 Ağustos 2010 Salı

korkuyorum ki bazen..

i don't know how to love you. 

times like these times like those

gözlerim kapanıyor, banyodan çıkalı oldu biraz, saçlarım ıslak ıslak canım kahve çekti diye starbucksa indim hemen otelin altındaki. bi otel odasında kalıyor olmanın en kötü yanı, canın istediğinde istediğin ayarda bir kahve yapamıyor olman olabilir. regl halinde aşermesi tavan yapan biri olarak starbucks bu kadar yakınımda ve elimin altında diye dua ederek çıktım odadan. saat 9 buçukta kapanmış bir starbucksa denk gelmek onu starfaks diye nitelendirmek için yetti de arttı. neden o kadar erken kapandıklarını anlamadım. hayal kırıklığı içinde odaya çıktım, yazıyorum bu satırları. yanımda sidikten beter renkte bir light ice tea limon, sıcak haliyle iştahımı kapıyor.

gözlerimi kapayarak uzanıyorum yatağın üzerine. neden her defasında sessiz kalınca daha çok düşündüğümü merak ediyorum? dinlenmek için uzanmışken, beynimi kurcalıyor olmak ironik değil mi?

gözlerim kapanıyor arasıra, eskiden kendimi bulutların üzerinde görürdüm, bulutlar üzerinde yürünesi gelirdi, ayrı bir krallıktı orası sonra fizik öğrenmeye başlayınca hayaller suya düştü. hala çocuk gibi uçağa her bindiğimde camı  açıp bulutları elleyesim gelir. bugün istemsiz bir şekilde kendimi peluş oyuncaklar tarlasında buldum. ayağımı attığım her yerde peluş oyuncaklar varmış güya, kocamanları da küçükleri de içinde. öyle mutluyum ki gözlerimi kapadığım an. eskiden fame city'ye götürürdü annemler beni, top havuzuna koyarlardı ve saatlerce oynardım onun gibi adeta, her yer oyuncak dolu, hepsi de birbirinden sevimli. valiz toplamam gerekmeseydi açar bir iki animasyon izlerim hiç şüphesiz.

izlemek demişken, herkes inception'a hasta olmuş, bense izlemek için sevgiliye kavuşmayı bekliyorum. doğum günüm haftaya pazar, kutlarken onun da yanımda olma ihtimali hoşuma gidiyor, en güzel anımda yanımda olduğunu bilmek, geçen sene ayrı olduğumuz zamanı bu şekilde telafi edebilme ihtimalimiz hoşuma gidiyor. dün güzel bi tartışma yaşadık, eskiden  olsaydı tartışmayı kavga sanar, her şeyin sona erdiğini düşünüp üzülürdüm, bi haller oldu bana, hem bi ilişkiyi yönetmeyi öğrendim, hem kendimi tanıdım ve tanıyorum hem de bi' şeylerin artık ne demek olduğunu öğreniyorum.

öğrenmek demişken, az sonra son iki gündür aldığım eğitimle ilgili birkaç satır karalamak istiyorum, konu dağılmasın diye susuyorum şimdilik.

1 Ağustos 2010 Pazar

dokunduğum hiçbir ten senin gibi kokmuyor

bugün tam bir eskiler günüydü, şimdi şimdi anlıyorum beni bu saatte ayakta uykusuz tutanın ne olduğunu. zihnimde dolanan tilkilerin, huzursuzluk çıkaran her bir sebebin nerden peydah olduğunu şimdi anlıyorum. uzun zaman sonra aile fertleri içine girmek, arada kalmış hayatıma özlem eklemek, hasta ziyareti, arkadaş evi..yalnız kalmak.

telefonumu kapadım, bir saniye bile çalmasına tahammülüm yok bu akşam, sonsuz yazılar yazasım var, parmaklarımın tıkırtısına kendimi kaptırıp zihnimin sustuğunu duymak istiyorum olmuyor. üç gündür çok fazla düşünmüşüm, patlaması pazar gecesi 12de geliyor. iki elimin arasına sıkıştırıyorum başımı, hafifçe sıkıştırıyorum, ı ıh geçmiyor o ağrı. karnımda daha şiddetlisi. kendi kendine de kapris yapamıyor insan. boş odada deliler gibi düşün dur şimdi işin yoksa. cuma akşam, kuzenin sevgilisinin doğum günü, o ortamda eskiden iyi anlaştığım şimdiyse sırf sevgilim var diye benimle konuşmayan biri, ona sonsuz hak verişim. kızlarla konuşmam sadece, masanın ucundan bana laf atan, benimle konuşmaya çalışan birine sırt çevirişim. en olgun ve ciddi tavrımı takınmaya çalışırken "masanın gülü" diye bana seslenen şarkıcı kadın, dansözün beni dansa kaldırması, o gece eve dönerken ne istediğimi bilmeyişim. sanki bi an bile yalnız kalmayı beceremeyen bi çocuk gibiyim. 

cumartesi akşam, eğitimden arkadaşlardan birinin doğum günü sebebiyle ortaköy house cafede alışımız soluğu,  yemeler içmeler eğlenmeler ve pasta kesmelerin üzerine "gece" eğlencesine katılamayışım. kalbimi en çok kıran  cümleyi o gece duyuyorum..
- s. niye gece gelmiyorsun?
- işte
- o mu kızıyor?
- kızmak değil, huzursuz oluyor. aramızda 500 km var, o çıksa ben de huzursuz olurum aklım kalır, o yüzden gelmiyorum.
- bi daha bana özgür kız ayakları yapma, hiç de özgür değilsin.

kendimi yeni bi hayatın başında bulmuştum oysa, en özgür hissettiğim zamanda yine mi tutsak göründüm dışarı? böyle olmasını ben tercih etmiştim oysa.. hayatın neresinde durursam durayım, yine de tatmin edemediklerim çıkıyor karşıma. ister istemez kırıcı oluyor duyduklarım, doğru olduğuna inandığım ne varsa, çevremdekiler tam o anda yanlışı yapıyor. ya ben dönülmez suçlar işliyorum, ya da dünya inadıma tersine dönüyor. 


bazen sevginin ne olduğunu bilmiyormuşum gibime geliyor..

nasıl bir sevmektir ki, "beni öldür öyle git, yaşamam için senin sevgine muhtacım" der?

özlediğim öyle çok şey var ki..


özlediğim tonlarca küçük şey var, otel odasında kalmak, özgür olmak herkese çok şahane bişimiş gibi gelse de bir yerden sonra sıkılıyor insan. her defasında kendine ait olmadığını bildiğin bir yeri sahiplenmeye çalışmak, ama odana hergün temizlemek için bir yabancının girdiğini bilerek çamaşırlarını ortalığa savurup gidememek var işin içinde.

her öğlen ve akşam dışarda yemek yemek, farklı restoranlar denemek başkalarına cazip gelse de ev yemeğini özlüyor insan, kendi elleriyle kurduğu sofranın tadına varmayı, yemekten sonra bulaşık olmasını özlüyor. hayatta bazı şeyler ancak tercihimse seviyorum, zoraki işler tarzım değil pek. otel odasında zorunlu kalıyorum, biliyorum ki ev hayatına geçince özleyeceğim ama o zamanlarda kendi isteğimle kalabilmeliyim. hep doyumsuzum, her zaman.

bugün sabah gözümü açtığım gibi teyzemlere kahvaltıya gitmeye karar verdim, aylık "sinir küpü dönemi"ne girdiğim için, ilgi bekler haldeydim, ne ailem yanımdaydı ne de kaprisimi çekecek dostlar, teyzemlerin beni görmekten sonsuz mutlu olacağını bile bile gittim sekizbin fahrenayt sıcağa aldırmadan. muhteşem bir kahvaltı, sohbet, teyzemle sevgiliden konuşmaca, evlilik, birlikte yaşama, iş hayatı derken bi anda hayatımın sonunu gördüm, çok korkutucuydu.

bazen yapmak istediğim fazla şey olduğunu fark ediyorum, önünde bulduğum engeller oluyor, bazense öyle durgun öyle amaçsız buluyorum ki kendimi, kendime şaşıyorum.

kadın kısmısı için regl zor bir hal, bünyenin iyice dengesizleştiğini göre göre kendine söz geçirememekse ayrı bir çile...üstüne de şahane deniz kenarı çöl sıcakları, değme keyfime gitsin.

saçma sapan hisler içinde geçti bugün, geçmek de bilmiyor hala, böyle telefonumu bi süre kapayıp hiç kimseye çaktırmadan bi süre kafa dinlesem, hiçbişi ya da hiç kimseyi düşünmesem öyle iyi gelirdi ki. kafamda milyonlarca tilki, plan delisi gibi sürekli kurcalıyorum.

ağustos ilk gününden mutsuz etti beni ama doğum  günüme 2 hafta kala, ağustosun benim ayım olduğunu itiraf ediyorum. geri kalan 30 günüm en şahane günlerim olacak, bu da kendi kendime not olsun!