28 Aralık 2010 Salı

bravo!

kendime zarar verip, kendime eziyet ediyorum. hepsini de bilmeden yapıyorum.

ateşim çıktı, çok güzel! 10 dakikada çıkan ateş, buz kesen vücut. sigara içmek için yanıp tutuşan beden.

ve en nihayetinde her şeyin güzel olabileceğine inanan kalbim.

nokta

denemek için atılmış bir adım, onun değişip değişmediğini gösterecek bir hamle ve bum! o bir bombaymış aslında ve patlamaya hazırmış. ışığı gördü, bana kızdı. değiştiğini söyleyen adam bana kızdı.hiçbir ilişki iyi bitmiyor işte, bitemez. kötü sözler söyleniyor en nihayetinde. işyerinde yılbaşı kutlaması vardı. tanrım! bir şişe şarabı kadeh kadeh yudumlarken buldum kendimi. hepimize hediye alınmış. bana çıkan kupa, ona aldığımla aynıydı. yıkıldım. bardağımı başkasıyla değiştirdim. hediyemi ilk kez beğenmedim belki de. işyerindeki ilk hediyemi beğenemedim. sinir harbi. durgunluk. alkolün verdiği rahatlığa rağmen gerginlik. çıkışta onu aradım, bağırdı, bağırdım. çirkefleştik. ayrılığın pisliği üzerimize bulaştı. hoşçakal dedi, içim kızgınlıkla dolu hoşçakal dedim. kapattık, ben de telefonumu kapattım. kimse merak etmesin. etmesin işte, o merak etmiyorsa hiçkimse etmesin. herkes gitsin o da gittiyse. kızgınlıkla yürüdüm, bütün yolu kendi kendime konuşarak yürüdüm, küfrettim. şarkılar söyledim, ağladım. şemsiye taşımaktan yoruldum, kapattım, bütün yağmur saçlarımdan damlanayana kadar ıslandım. montum su geçirircesine ıslandım, çantamdaki eldivenlerimi takmadım. dondum, parmaklarım hala yanıyor soğuktan. o anı o siniri unutamam, nefes alışverişim bile farklı. çok çok kızgınım, insan sevdiğinden darbe almaya dayanamıyor. sevmek de bişeye yaramıyor, sevmekle iş yürümüyor.

dayanamıyorum, parmaklarım uyuşuyor, kendim uyuşuyorum. 

sevgimi bastırabilecek hissin, kızgınlık olmasını beklemiyordum. 

ne güzel genel müdürlükte sunumum varken bunun olması! 

ne güzel herkes ondan bahsederken benim ayrılıktan bahsedişim. 

sondu ama, bu gerçekten sondu. 

ne bir cümle daha olacak onla ilgili, ne de bir düşünce. öyle bir bitti ki, ben bile inanamadım. 

nokta. 

26 Aralık 2010 Pazar

Düştüysek kalkarız daha ölmedik ya, büyük yeminlerden vazgeçip dönmedik ya..

Cuma gecesi. Haydarpaşa. Fatih ekspresi. Kötü rüyalar, tatsız kabuslar içinde bir uyku. Cumartesi sabahı, rötarsız, sisli buzlar kraliçesine döndüren bir soğuk. Ev, sıcacık ev, kocaman kucaklayan anne, kucağa atlayan bir kardeş, vefalı sokak köpekleri. Her harfi özlemle dolup taşmış bir baba.

Aile saadeti bir kahvaltı. Yarım saati geçmez akraba ziyareti, akşama balık ziyafeti. Annecik mardinden süryani şarabı getirmiş, en yakın arkadaş, aile, annenin yakın arkadaşı, kanseri yeni atlatmış, kadınlığının simgesi göğsü yok. Hepimiz mutluyuz, gelişimi, işimi kutluyoruz. Kadehleri tokuşturup sağlığa içiyoruz, aşka içen yok. americano, okey oynayıp gecenin bir yarısı uykuya dalmaca.

pazar sabahı, annenin koynuna usulca sokulup yatakta sohbet. Sevgiliden ayrılışı anneye anlatmak. Onun her kararı desteklemesi. Kahvaltı, kocaman huzur içinde sakin bi kahvaltı. Annemin gözyaşları, benim gözyaşlarım. Mutluluk. öğleden sonra saat 3. Kapıda bekleyen bir sevgili, çantamı alıyor elimden. Ayrı olduğumuzu ikimiz de bildiğimiz halde hiçbir şey yok sanki. Gülüşmeler, içten bi özlem. Onun bana hediyesi, bir swarovski kutusu. Kabul edemem deyişim, beni duymayışı. Çok sevdiğimi bildiği kelebeklerden bir tane. Kanyonda vitrinde görüP beğendiğimden. Yıldız starbucks. Ona hediyelerini verişim, sevimli bir mickey, şaşkın suratlı ve yusuf atılgan'ın kitabı, aylak adam. İyi ki içine bir şey yazmamışım.

Nerdeydik, starbucks. Kahveler. İki mug. Son kahve. Elini usulca yüzümde gezdirişi, gözlerinin içine bakıp son 17 ayımızı görüşüm. Çok yakışıklıydı, ayrılık yakışamayacak kadar yakışıklı. Hala sevgiydi, sevgiliydi. Onundum, benimdi.

Yutkunduk, güldük. Son olduğunu bildiğimiz halde mutluyduk. Dudağımın içinde çıkan yarayı gösterdim, öptü. Geçti. Ağladı, birlikte olamayışımıza ağladı. Havaalanına bırakırken ağladı. Ben ağlamadım, ağlamamalıydım. Güçlü olmayınca ayrılık çekilmiyor. Yalancıktan güçlü oldum. Onu her şeyin iyi olacağına inandırmaya çalıştım, zor dedi, ağladı. Bir erkeğin gözyaşlarını silmek cesaret istiyormuş, cesaretle doldum. Onu başka kadınlarla düşündüm, midem bulandı. Binlerce düşünceyle çatıldı kaşlarım, suratsız oldum, kimsenin gözünün içine bakamadım, suratına bakamadım. Annem aradı havaalanında, ağladım. Yatıştıramadı beni.

Şimdi istanbula geldim, delicesine yağmur karşıladı beni.

Yarın sabah uyandığımda, her şeyin iyi olacağını biliyorum.

21 Aralık 2010 Salı

Bi' karar verdim arkasında durmakta zorlanıyorum. Sanki iradem yokmuş, olsa da ona işlemiyormuş gibi. Kendimi o yokken savunmasız, ona karşı koyamadığım için de güçsüz hissediyorum. İnsanın kişiliğlndeki kudret, başkasına bağlı olabilirmiş. Birini hayatında göndermekle insan, gayet de net çökebilirmiş, hem de kararı veren kendisi olsa bile.

Tuhaf şeyler düşünüyor, kötü rüyalar görüyorum.

Her şeyin güzel olacağına inanmayı öyle çok isterdim ki..

20 Aralık 2010 Pazartesi

sorular farklı, cevaplar bitek "o"

Nasılsın dedi, olanları biliyordu. Better dedim, better together.

Gündüzüm geceme denk oldu

Sana iyi geceler demeden yattığım uyku uyku değil, günaydın demeden başladığm gün, gün değil.

Biz

Sen ve ben, bizdik.

Şimdiyse ziyan olmuş iki ayrı kişiyiz.

Öyle zor ki her defasında elimin telefona gidişi, öyle zor ki gözyaşlarıma hakim olmaya çalışmak. O telefona bakmak, ama bi daha hiç olmayacağını bilmek.

Zor, ama zoru başarmak..

Sonunda her şey güzel olacak.

İçimde öyle çok şey var ki

"Senin için senden vazgeçerim." diye bi şarkı sözü var.

19 Aralık 2010 Pazar

artık kısa cümleler kuruyorum..cümle bile değiller aslında

Sabah. Trafik. Ağlamaktan şişmiş gözler. Açlıkla birleşmiş mide bulantısı. Çalmayan telefon. Boşluk. parçalı bulutlu gözler, çiseleyen gözyaşı, sağanak gözyaşı. Dağılan makyaj. Daha da şişen gözler. Durgunluk. Susmak. Kuruyan dudaklar. Artık o dudakları öpmeyecek bi' adam. İnançsızlık. Umut var. İnsan neler görüyor. Yaşarız. Yaşamalıyız. Yine de.. Ayrılık. Zor işte. 17 ayın sonunda bitti demek. Zormuk.

.

in the end, we have nothing.

19th of december/2010.

16 Aralık 2010 Perşembe

anlatamadığım hikayeler

dün inanılmaz yoğun bir işyeri ortamı. gün içinde yaptığım işlerin ufak bir listesini tutuyorum, akşam dinçerin gelmesini beklerken, kontrol yapıyorum. çıkmamış birkaç eft işlemi ilişiyor gözüme, merkez bankası kapanalı iki saat olmuş. araştırmacı ruhum giriyor devreye, talimatı buluyorum, firmanın hesabını yokluyorum, işlemi yapmayan adamı buluyorum, derken birkaç ekran görüntüsü ve tonlarca insana işlem yapılmadı diye mail gönderiyorum. aslında işlemleri kontrol etmek hiçbirimizin görevi değil, bizden çıktı ya diyip, genel müdürlüğe bırakırız işleri ama yeni başlayıp göze girmeye çalışan, hepsinden öte kendi iş düzenini kurmaya çalışan bünyem için bu biraz eziyetli de olsa güzel bi' yol.

bu sabah işyerine gidiyorum, herkes tebrik ediyor, yaptığımın süper bişey olduğunu, dikkatli olduğumu söylüyorlar. asla aferin demeyen o kadının benle gerçekten gurur duyuşunu izliyorum, takdir öyle şahane bir şey ki, benim için en büyük motivasyon. ama öyle gaza getirmek için söylenenler değil, gerçekten hakettiklerim, beni işe nasıl bağlıyorlar belli değil.

dün geceye dönelim, bu mailleri gönderip gönül rahatlığı ile şubeden çıktık dinçerle, o da iş çıkışında beni almaya gelmiş dünyalar tatlısı bir gay arkadaş. şubeden çıkıyoruz, kocaman baston bi şemsiye açıyorum, taşımamı ister misin diyor, yoo iyiyim böyle diyorum, olley diyor, şemsiye taşımayı sevmezmiş kendisi. kolkola yürüyüp kitchenette'e atıyoruz kendimizi, iş sonrasında gelmiş insancıklarla dolu ortam, bakıyorum, tanıdık yok, içim rahat ediyor. ilk başta her şey normal, yemek seçiyoruz, o benim yemeğimi seçiyor, aralarda laflıyoruz ikimiz de çok açız. garson ne içeceksiniz diye sorduğunda, bana bakıp şarap diyor. efendim diyorum, garson adımı şarap sanıyor şaşkınlıkla. gayliğini sonsuz kabul etmişliğiyle dönüp "şarabı erkekler seçer, ben erkek değilim sen seç" diyor, gülüyorum sanki ben erkekmişim gibi. erkek olmaya daha yakınsın diyorum, o seçiyor. bir şişe merlot geliyor masamıza, o kadar sıcak ki, buzlu kova istemek zorunda kalıyoruz. muhabbet alıp başını gidiyor, o quesedillasını yerken benle paylaşıyor, ben de güveçte körili tavuğuma ve yasemin pilavıma yumuluyorum. kadehler hızla devriliyor, saat 9 ve biz sarhoşuz. ne dilimizden çıkanlar umrumuzda ne de bize bakan masalar. kocaman bir tatlı söylüyoruz ortaya, bol çikolatalı, sonra da birkaç kadeh şarap daha dönüyoruz. o artık sevişmek istemediğini söylüyor, sus dedikçe gülüyor, arlanmaz çocuklar gibiyiz. garson dinçeri beğeniyor, sadece kahkahalar atıyoruz. tatlı faslını da bitirince kalkıyoruz, kolundan tuttuğum gibi ipekyola giriyoruz, askılar elimden kayıyor, akşamın 9 buçuğunda alışveriş merkezinde sarhoş iki salağız, salağız ama mutluyuz.

sıkılıp çıkıyoruz, minibüse bindiriyor beni, ayrılıyoruz sıkıca sarılıp, minibüste tam parayı uzatacakken üniversitemden bir asistana rastlıyorum, jason. jasonla laflıyoruz, asistan olduğu okuldan, üniversiteden bahsediyoruz. görüşelim diyoruz, hoşuma gidiyor. arka koltuktan para uzatan kadın beni yabancı sanıyor, yoo türkçe de biliyorum diyorum. ben erken indiğim için jasonla vedalaşıyoruz. eve yürürken dinmiş yağmurun etkisindeki toprak kokusu şarabımın kokusuna karışıyor, eğlendim, jasonı gördüm, üniversiteyi özledim derken mutlu mutlu yürüyorum. birden ayağım kaydığı gibi düşüyorum, birinci sınıf restoranın valeleri koşuyor hemen karşı kaldırımdan, bana yardım etmeye çalışıyorlar kalkmam için, bense gülüyorum. adamlar beni ayağa kaldırıyor, iyiyim yok bir şey diyerek uzaklaşıyorum yanlarından.

eve gelip teyzemlere olan biteni anlatıyorum, o kafayla hala nasıl anlatabildiğimi bilmiyorum. sonra parmağımda babannemin düğün yüzüğü ile uykuya dalıyorum. karmakarışık rüyalardan sonra sabahı ediyorum.

bugün öyle güzel hissettim ki kendimi.

15 Aralık 2010 Çarşamba

istanbulda her şeyim mümkün olması içimi rahatlatıyor

rüya gibi birgündü dün, belki de en basit, ama en güzel. gün içinde işyerinde amansız bir yoğunluk vardı, ekip zaten 4 kişi, biri izinli biri şube dışında iki kişi yetişmeye çalışıyoruz. o koşturmaca içinde, yabancı müşterilerimizden biri geldi, bir form bırakmak için gelmiş, tamam diyip aldım formu o yoğunluk içinde, adam elinde valiz, yine yurtdışına çıkıyor. aradan 5 dakika geçince dank etti kafama almadığım imza, hemen merdivenlerden aşağı koştum, adam şubenin içinde yok. üstümde yarım kollu, çılgın yağmurun altına atıverdim kendimi. gözlerim adamı aradı taradı ve taksi beklerken buldu, yetiştim arkasından soluk soluğa, bir imza alabilir miyim dedim, soğuk içeri gidelim dedi, o halde koşturduk. sanki bridget jones'un leopar desenli küloduyla marc'ın arkasından londra sokaklarında koştuğu hali gibiydim. "taksi bulamadığım için şanslısınız" dedi, gülüştük. niye bilmem şubedekilerin tuhaf bakışlarını o zaman fark ettim, adama iyi yolculuklar diyerek gönderdim, sonradan imzaya aslında hiç gerek olmadığını öğrenmem de tuzu biberi oldu işin.

ingilizce konuşmak bazı insanlar için hala anormal bir olgu, nerde öğrendin, okul yetiyor mu sırf, benim de gramerim iyi ama pratiğim yok vs vs.. sanki hepimiz konuşsak hayat daha farklı olurmuş gibi bir tavır var, insan kendi bildiğinden de utanıyor

ups, saat 7.22 olmuş. halbuki ben daha dün işten sonra içişimi, sarhoşumsu oluşumu, eve dönerken yolda düşüp gülüşümü anlatacaktım.

next post.

12 Aralık 2010 Pazar

inpatience

Eğer ki blogumu okumayacağını bilseydim, sevgiliye yapacağım süprizleri anlatırdım!

9 Aralık 2010 Perşembe

üzmez o beni sarar beyaz beyaz pamuklara, devamdır ölene kadar senin bu kalp

sevgiliyle haftasonundan bir türlü bahsedemedim. güzel bir hikaye anlatasım vardı, koştum geldim,en nihayetinde gerçek olabilmiş bi sevgiden bahsedeyim dedim. 

cuma akşamı bostancı iskelesinde buluştuk, bookingcom üzerinden büyükada'da yerimizi ayarlamıştık, adaya doğru yola çıktık, dışarda oturduk dizdize eleleydik, birlikte olmadan geçen iki haftanın sonunda tatlı bir kaçamak yapıyorduk. çantamı aç dedim, suratıma baktı şaşkınlıkla, orda bi kutu olacak dedim, çantamdaki paşabahçe kutusunu çıkardı, üzerinde "hayat en güzel hediye" yazıyordu bir sticker ile, bir de keçeden yapılmış kırmızı kurdelesi vardı. kutuyu açtı, içinden çıkan bembeyaz kupaya baktı, üzerinde gümüş renkli bir şehir silüeti vardı, çok beğendi, işyerinde onla içeceğini söyledi, her daim yanında olabildiğim için sevindim. 

benim de sana süprizlerim var dedi, ikisini azçok biliyordum bir kolye demişti, bir tasarımcının ellerinden, sadece birtane var bu kolyeden, o da sadece sende, bir de kupan var demişti işyerinde kazara kırılan pespembe bardağımın yerine. önce minicik bi kutu çıkardı, ben açtım, içinden mavi bir ip çıktı, ucundaysa altın renkli iki kırlangıç, hani en sevdiğim figür olan kırlangıç, denizin rüzgarıyla salındı elimde kırlangıçlar, ona baktım, elini tuttum, o akşamın karanlığında, buz gibi burnumu dayadım yanağına, burnum kopacak gibiydi soğuktan, burnun üşümüş dedi, öpüverdi burnumdan, o an burnumla birlikte tüm bedenim ısındı. 

iskelede iniverdik, akşam saati olmasına rağmen yine kalabalıktı, balıkçıların arasından geçtik, bir markete uğrayıp su aldık, sonra pıt pıt otelimize geldik, oteld şahane karşılandık ve odaya gittik. iki haftanın özlemini dindirip o yorgunlukla yanyana uyuduk. 

gecenin bir yarısı uyanıp da onu yanıbaşımda bulmak gözlerimi dolduruyor, neden bilmem uykumun arasında hala yanımda mı diye yokluyorum onu, onun üstü açılsa üşümüştür diye ben uyanıyorum, bazen de kalkıyorum, üstümü örtüyor oluyor, seviyorum onu. 

cumartesi sabahı uyandık, kahvaltının terasta olduğunu biliyorduk ama martılar yanıbaşımızda koskoca istanbul manzarasında yiyeceğimizi bilmiyorduk, sağlam bir kahvaltı üstüne tavla oynadık o beni yapıştırdı, odamıza döndük, hazırlandık ve güne başlamak için yola koyulduk. fayton iyi hoş ve romantik olabilir ama tezek kokusu kesinlikle çekilmez, yine de buna bile gülebilmek içimi ısıtıyor. elele dolaştık adayı, tepeye kadar olmasa da çıktık, bir yerde ağaçların altına kurulduk, ben yere yattım, o göğsüme uzandı, ben saçını öptüm, o ellerimi. 16 aylık ilişkimizde en mutlu olduğum an, adada kucağıma yattığı andı, benimdi, bizdik, birlikteydik. 

akşama bira patates ile geçiştiridik yorgunlukla odamıza döndük. duşlarıımızı alıp yatağa kurulduk, kelime oyununa baktık bloombergde, ben her şeyi bilirken afferin akıllı sevgilime diyip beni öptü, sonra bi milyon canlı paraya sardırmıştık ki oda telefonumuz çaldı. resepsiyondan arıyorlarmış, eğer müsaitsek bize bir ikramları olacakmış. buyursunlar gelsinler dedik küçücük odamızın içinde, ışıklarımız çok açık değildi, 15 -20 dakika sonra kapı çaldı, sevgili açtı kapıyı, ekli fotoda gördüldüğü üzere bitter çikolata ile yapılmış bir fondü ve yanında muz dilimleri ile kırmızı şarap vardı. muhteşem bir jestti, sanki adada olmak yeterince romantik değilmiş gibi, bir de fondü ve şarapla şımarttılar bizi. 

bütün bu olanlardan sonra, koynuna sokulup sırnaşmaktan başka bir şey yoktu elimde, yanına sokuldum usulca, yorganı açtı, uzandım göğsüne, öylece uyuyakalmışım..

happily ever after.

insan sevince, başka biri oluyor sanki.

2 Aralık 2010 Perşembe

like the way you lie

bir şekilde hayatımı düzene oturtmuş olmanın verdiği huzur içerisindeyim. her ne kadar hala kendi evim olmasa da birilerinin yanında yaşıyor olsam da zamanı gelince onların da yoluna gireceğini biliyorum.

uzakta sevgili sahibi olmak çok zor, gördüğüm haftasonları eğlenceli ayrı geçen zamanlarsa özlem dolu, öyle dengesiz öyle yorucu bir hal ki.. haftasonu sevgili geliyor, yani yarın. büyükadada yerimizi ayırttık havanın hala güzel olabildiği zamanın tadını çıkarmak için başbaşa ufak bir kaçamak yapıyoruz, sonra ben gidiyorum 24ünde, yılbaşına o geliyor. yılbaşı demişken, 2010 biraz fazla hızlı geçmedi mi? sahi istanbul için alternatif yılbaşı planları nedir ki? tutulası apartlar, ev ortamında eğlenceler yok mudur?

kendimle alıp veremediğim bir şeyler var bu aralar, içten içe rahatsız ediyor beni, rüyalarımdan huzursuz uyanıyorum, yaptığım en iyi şey uyumak sanki. ya hayatımda bir şey eksik, ya da bir şey fazla. kendimle değilim sanki. hiçbir şey yapmıyor üretmiyormuşum gibi geliyor, ayrımı çok özlüyorum bana iyi hissettirmesine öyle çok ihtiyacım var ki. yakın sandıklarım uzakmış gibi sanki. istanbul bana çok iyi hissettiriyor ama yine de bir yalnızlık hissi var içimde, kimseyi de göresim gelmiyor. buluşalım diye arayanlara coşkuyla söz diyor, sonrasında kendimle kalıyorum.

umarım bu hale getiren iş hayatıdır, en azından sorunun ne olduğunu bilebilirim.

bu kadar mutsuz halin üzerine kendimi çirkin hissedişimi de ekleyince, kış depresyonu eşiğinde olduğumu hissediyorum. öteki türlü, hayatından memnun olmayan insan profili çizmeyi hazmedemem sanırım.

kendime bir hobi bulmalıyım, haftasonlarımı/haftaiçi akşamlarını dolduracak, bana bir şey ürettiğimi işe yaradığımı hissettirecek bişi.

yazarken buldum, barınaklar, gönüllü işler, kurslar.. kendimi bir şeye adamalıyım bu aralar, bir kişiye değil, kendime de değil, hiç bilmediğim üçüncü bişilere.

bazı insanlar ne kadar şanslı..

1 Aralık 2010 Çarşamba

işyeri dedikodusuna kim hayır diyebilir

bu yazıyı sadece bir kişi için yazıyorum, kendisi öyle bir malzeme kaynağı ki sayfalarca döktürebilirim hakkında. sevgili müdür yardımcım.

32 yaşında bir insanın gerçekten de adam olmamış, yontulmamış olabilmesine sadece recep ivedik gibi bir karakterle aşina olmuş bünyem, işyerine gelip de kendisi ile tanışınca sarsıldı. ilk başladığım zamanlarda bile benimle karı kız muhabbeti yapmakta beis görmeyen biriydi. zaman içinde istemsiz ilerleyen samimiyet daha beter sözcüklere tanık oldu. aslında sıradan biri, çok sıradan, terfi almış olmasına rağmen ve işinin gereği dilini çok sık kullanması gerekirken ingilizce bilmiyor, yes/no, cat/dog ve birkaç alfabe harfinden ileri gitmeye dağarcığı ile % 97 itici bir insan kendisi.

görgüsüz tam kelime anlamıyla, bazen isyan edip "sen nasıl bana emir verebilecek konumdasın" demek istiyorum, çaresiz susuyorum.

bizim ekip iki kız iki erkek, artık zaman içinde birbirini anlayan, şaka yapan, iş yükünü paylaşan insanlar olduk. ama müdür yardımcım kendini küçük bir prenses sandığı için hiçbir şeye elini sürmüyor.

işyerinde canımı en çok yakan hikayelerden biriydi onunla ilgili olan. printerda kağıtların bittiğini fark etmiştim basmam gereken tonla şey varken, olması gereken yerde A4leri bulamadığım için birisinden rica edecektim, ortalıkta kimseyi göremediğim için, arşivden bir kutu kağıt çıkarmasını rica etmiştim. sanki ayaklarıma kapan demişim gibi suratıma bakmıştı, hiç unutamıyorum o ifadesini, cümlesi ile söyleyişindeki vurguya kadar kulaklarımda.. "benden ne istediğini farkında mısın, müdür yardımcısıyım ben, benim işim mi kağıt getirmek?" ben de sakinlikle "benim işim mi?" demiştim, "git başkasına söyle" demişti, o zamanlar böyle bir tavır asla beklemediğim için sinirden titremiştim. eli ayağı boşalmak derler ya, o misal. sekreter atlayıp laf sokmuştu benim yerime komplekslerini yen diye. öylece gözlerim dolu dolu köşede dururken şube erkeklerinden biri yanıma gelip noldu demişti, olayı anlatınca ben alırım diye atlamıştı hemen, yok ben yaparım dediğimde önümü kesip, sakın ama sakın onun dediğini yapma. bırak utansın yaptığından, utanacağı varsa demişti. bambaşka bir dünya olduğunu o zaman anlamıştım iş hayatının.

günler geçip de adamı daha iyi tanıdıkça asla hiçbir şey beklememem gerektiğini fark ettim, ne de olsa o her şeyi yapabilirdi. ilk başlarda ne de olsa üstüm diye sesimi çıkarmaz, her dediğini yaparken işi öğrendikçe hafif bir özgüven geldi, şimdi istediklerini yapmadığımda anlıyor, verdiği işi geri aldığı gibi kendisi yapıyor.

halbuki işleri çirkinleştirmeden yoluna soksaydık olmaz mıydı, neticesinde aynı amaç için çalışıyoruz?

sushico'ya öğlen yemeğine gittiğimizde, recep ivedik 2'deki sushico sahnesini anlatışını da unutamam, yemek için stickleri elime aldığım gibi bırakmıştım.

daha tonlarca itici tavrı, sözü var, şimdilik kafi. sonraya da malzeme kalsın.

rivayetler asılsız olsa da can yakar

parmaklarım tuşlara dokunmaktan çekiniyor, ya başlar da hiç susmazlar diye ya da yazacak bir şeyleri yok diye, tam kestiremiyorum. son zamanlardaki hayatım sevdalı geçiyor, tam anlamıyla yaşıyorum bunu hayatımda en önemli şey bi adam, iş var aile dostlar var ama en önemlisi o sanki. onla konuşarak, onla buluşarak onun yanıbaşında ve sadece onla geçiyor hayat.

bir an durup da sıkılmadan, severek, onun koynunda kitap okuyarak, hediyelere ve süprizlere boğularak.

iş hayatının getirdiği muhteşem arkadaşları da ihmal etmiyorum tabii. insanın hayatı çok çabuk yön değiştiriyor, kendimce hayatımda tuhaf deneyler yapıyorum, beni aramadıkça aramadığım insanlardan çok azı beni arıyor, şaşırıyorum. sonra da pişkince çıkıp "amma da vefasızsın" demeyi ihmal etmiyorlar. uzakta da olsa, dostum olduklarını bildiklerim var, yine de yalnız hissetmeme engel olamıyorlar bazen. bazen bunalıp evden çıkasım geliyor, kimin evinde olduğum fark etmeksizin, telefonun öteki ucunda bildiğim biri, bildiğim bir yerde olsun da yanına gideyim, kafam dağılır diyorum olmuyor.

ama aksiliklere, sıkıntılara rağmen hala niye bi kere geldim bu istanbula diyemedim, her hali öyle güzel ki. işten eve yürüyebilmesi, her saate ulaşım olması, her yerin uzak ama gitmesi de bir o kadar kolay olması, en alakasız  yerlerde birilerine rastlayabilmesi vs..

iş dünyasının hayatlarımızı monotonlaştırdığını kim söylemiş?