28 Aralık 2010 Salı
bravo!
ateşim çıktı, çok güzel! 10 dakikada çıkan ateş, buz kesen vücut. sigara içmek için yanıp tutuşan beden.
ve en nihayetinde her şeyin güzel olabileceğine inanan kalbim.
nokta
26 Aralık 2010 Pazar
Düştüysek kalkarız daha ölmedik ya, büyük yeminlerden vazgeçip dönmedik ya..
Aile saadeti bir kahvaltı. Yarım saati geçmez akraba ziyareti, akşama balık ziyafeti. Annecik mardinden süryani şarabı getirmiş, en yakın arkadaş, aile, annenin yakın arkadaşı, kanseri yeni atlatmış, kadınlığının simgesi göğsü yok. Hepimiz mutluyuz, gelişimi, işimi kutluyoruz. Kadehleri tokuşturup sağlığa içiyoruz, aşka içen yok. americano, okey oynayıp gecenin bir yarısı uykuya dalmaca.
pazar sabahı, annenin koynuna usulca sokulup yatakta sohbet. Sevgiliden ayrılışı anneye anlatmak. Onun her kararı desteklemesi. Kahvaltı, kocaman huzur içinde sakin bi kahvaltı. Annemin gözyaşları, benim gözyaşlarım. Mutluluk. öğleden sonra saat 3. Kapıda bekleyen bir sevgili, çantamı alıyor elimden. Ayrı olduğumuzu ikimiz de bildiğimiz halde hiçbir şey yok sanki. Gülüşmeler, içten bi özlem. Onun bana hediyesi, bir swarovski kutusu. Kabul edemem deyişim, beni duymayışı. Çok sevdiğimi bildiği kelebeklerden bir tane. Kanyonda vitrinde görüP beğendiğimden. Yıldız starbucks. Ona hediyelerini verişim, sevimli bir mickey, şaşkın suratlı ve yusuf atılgan'ın kitabı, aylak adam. İyi ki içine bir şey yazmamışım.
Nerdeydik, starbucks. Kahveler. İki mug. Son kahve. Elini usulca yüzümde gezdirişi, gözlerinin içine bakıp son 17 ayımızı görüşüm. Çok yakışıklıydı, ayrılık yakışamayacak kadar yakışıklı. Hala sevgiydi, sevgiliydi. Onundum, benimdi.
Yutkunduk, güldük. Son olduğunu bildiğimiz halde mutluyduk. Dudağımın içinde çıkan yarayı gösterdim, öptü. Geçti. Ağladı, birlikte olamayışımıza ağladı. Havaalanına bırakırken ağladı. Ben ağlamadım, ağlamamalıydım. Güçlü olmayınca ayrılık çekilmiyor. Yalancıktan güçlü oldum. Onu her şeyin iyi olacağına inandırmaya çalıştım, zor dedi, ağladı. Bir erkeğin gözyaşlarını silmek cesaret istiyormuş, cesaretle doldum. Onu başka kadınlarla düşündüm, midem bulandı. Binlerce düşünceyle çatıldı kaşlarım, suratsız oldum, kimsenin gözünün içine bakamadım, suratına bakamadım. Annem aradı havaalanında, ağladım. Yatıştıramadı beni.
Şimdi istanbula geldim, delicesine yağmur karşıladı beni.
Yarın sabah uyandığımda, her şeyin iyi olacağını biliyorum.
21 Aralık 2010 Salı
Tuhaf şeyler düşünüyor, kötü rüyalar görüyorum.
Her şeyin güzel olacağına inanmayı öyle çok isterdim ki..
20 Aralık 2010 Pazartesi
sorular farklı, cevaplar bitek "o"
Gündüzüm geceme denk oldu
Biz
Şimdiyse ziyan olmuş iki ayrı kişiyiz.
Öyle zor ki her defasında elimin telefona gidişi, öyle zor ki gözyaşlarıma hakim olmaya çalışmak. O telefona bakmak, ama bi daha hiç olmayacağını bilmek.
Zor, ama zoru başarmak..
Sonunda her şey güzel olacak.
19 Aralık 2010 Pazar
artık kısa cümleler kuruyorum..cümle bile değiller aslında
16 Aralık 2010 Perşembe
anlatamadığım hikayeler
bu sabah işyerine gidiyorum, herkes tebrik ediyor, yaptığımın süper bişey olduğunu, dikkatli olduğumu söylüyorlar. asla aferin demeyen o kadının benle gerçekten gurur duyuşunu izliyorum, takdir öyle şahane bir şey ki, benim için en büyük motivasyon. ama öyle gaza getirmek için söylenenler değil, gerçekten hakettiklerim, beni işe nasıl bağlıyorlar belli değil.
dün geceye dönelim, bu mailleri gönderip gönül rahatlığı ile şubeden çıktık dinçerle, o da iş çıkışında beni almaya gelmiş dünyalar tatlısı bir gay arkadaş. şubeden çıkıyoruz, kocaman baston bi şemsiye açıyorum, taşımamı ister misin diyor, yoo iyiyim böyle diyorum, olley diyor, şemsiye taşımayı sevmezmiş kendisi. kolkola yürüyüp kitchenette'e atıyoruz kendimizi, iş sonrasında gelmiş insancıklarla dolu ortam, bakıyorum, tanıdık yok, içim rahat ediyor. ilk başta her şey normal, yemek seçiyoruz, o benim yemeğimi seçiyor, aralarda laflıyoruz ikimiz de çok açız. garson ne içeceksiniz diye sorduğunda, bana bakıp şarap diyor. efendim diyorum, garson adımı şarap sanıyor şaşkınlıkla. gayliğini sonsuz kabul etmişliğiyle dönüp "şarabı erkekler seçer, ben erkek değilim sen seç" diyor, gülüyorum sanki ben erkekmişim gibi. erkek olmaya daha yakınsın diyorum, o seçiyor. bir şişe merlot geliyor masamıza, o kadar sıcak ki, buzlu kova istemek zorunda kalıyoruz. muhabbet alıp başını gidiyor, o quesedillasını yerken benle paylaşıyor, ben de güveçte körili tavuğuma ve yasemin pilavıma yumuluyorum. kadehler hızla devriliyor, saat 9 ve biz sarhoşuz. ne dilimizden çıkanlar umrumuzda ne de bize bakan masalar. kocaman bir tatlı söylüyoruz ortaya, bol çikolatalı, sonra da birkaç kadeh şarap daha dönüyoruz. o artık sevişmek istemediğini söylüyor, sus dedikçe gülüyor, arlanmaz çocuklar gibiyiz. garson dinçeri beğeniyor, sadece kahkahalar atıyoruz. tatlı faslını da bitirince kalkıyoruz, kolundan tuttuğum gibi ipekyola giriyoruz, askılar elimden kayıyor, akşamın 9 buçuğunda alışveriş merkezinde sarhoş iki salağız, salağız ama mutluyuz.
sıkılıp çıkıyoruz, minibüse bindiriyor beni, ayrılıyoruz sıkıca sarılıp, minibüste tam parayı uzatacakken üniversitemden bir asistana rastlıyorum, jason. jasonla laflıyoruz, asistan olduğu okuldan, üniversiteden bahsediyoruz. görüşelim diyoruz, hoşuma gidiyor. arka koltuktan para uzatan kadın beni yabancı sanıyor, yoo türkçe de biliyorum diyorum. ben erken indiğim için jasonla vedalaşıyoruz. eve yürürken dinmiş yağmurun etkisindeki toprak kokusu şarabımın kokusuna karışıyor, eğlendim, jasonı gördüm, üniversiteyi özledim derken mutlu mutlu yürüyorum. birden ayağım kaydığı gibi düşüyorum, birinci sınıf restoranın valeleri koşuyor hemen karşı kaldırımdan, bana yardım etmeye çalışıyorlar kalkmam için, bense gülüyorum. adamlar beni ayağa kaldırıyor, iyiyim yok bir şey diyerek uzaklaşıyorum yanlarından.
eve gelip teyzemlere olan biteni anlatıyorum, o kafayla hala nasıl anlatabildiğimi bilmiyorum. sonra parmağımda babannemin düğün yüzüğü ile uykuya dalıyorum. karmakarışık rüyalardan sonra sabahı ediyorum.
bugün öyle güzel hissettim ki kendimi.
15 Aralık 2010 Çarşamba
istanbulda her şeyim mümkün olması içimi rahatlatıyor
ingilizce konuşmak bazı insanlar için hala anormal bir olgu, nerde öğrendin, okul yetiyor mu sırf, benim de gramerim iyi ama pratiğim yok vs vs.. sanki hepimiz konuşsak hayat daha farklı olurmuş gibi bir tavır var, insan kendi bildiğinden de utanıyor
ups, saat 7.22 olmuş. halbuki ben daha dün işten sonra içişimi, sarhoşumsu oluşumu, eve dönerken yolda düşüp gülüşümü anlatacaktım.
next post.
12 Aralık 2010 Pazar
9 Aralık 2010 Perşembe
üzmez o beni sarar beyaz beyaz pamuklara, devamdır ölene kadar senin bu kalp
2 Aralık 2010 Perşembe
like the way you lie
uzakta sevgili sahibi olmak çok zor, gördüğüm haftasonları eğlenceli ayrı geçen zamanlarsa özlem dolu, öyle dengesiz öyle yorucu bir hal ki.. haftasonu sevgili geliyor, yani yarın. büyükadada yerimizi ayırttık havanın hala güzel olabildiği zamanın tadını çıkarmak için başbaşa ufak bir kaçamak yapıyoruz, sonra ben gidiyorum 24ünde, yılbaşına o geliyor. yılbaşı demişken, 2010 biraz fazla hızlı geçmedi mi? sahi istanbul için alternatif yılbaşı planları nedir ki? tutulası apartlar, ev ortamında eğlenceler yok mudur?
kendimle alıp veremediğim bir şeyler var bu aralar, içten içe rahatsız ediyor beni, rüyalarımdan huzursuz uyanıyorum, yaptığım en iyi şey uyumak sanki. ya hayatımda bir şey eksik, ya da bir şey fazla. kendimle değilim sanki. hiçbir şey yapmıyor üretmiyormuşum gibi geliyor, ayrımı çok özlüyorum bana iyi hissettirmesine öyle çok ihtiyacım var ki. yakın sandıklarım uzakmış gibi sanki. istanbul bana çok iyi hissettiriyor ama yine de bir yalnızlık hissi var içimde, kimseyi de göresim gelmiyor. buluşalım diye arayanlara coşkuyla söz diyor, sonrasında kendimle kalıyorum.
umarım bu hale getiren iş hayatıdır, en azından sorunun ne olduğunu bilebilirim.
bu kadar mutsuz halin üzerine kendimi çirkin hissedişimi de ekleyince, kış depresyonu eşiğinde olduğumu hissediyorum. öteki türlü, hayatından memnun olmayan insan profili çizmeyi hazmedemem sanırım.
kendime bir hobi bulmalıyım, haftasonlarımı/haftaiçi akşamlarını dolduracak, bana bir şey ürettiğimi işe yaradığımı hissettirecek bişi.
yazarken buldum, barınaklar, gönüllü işler, kurslar.. kendimi bir şeye adamalıyım bu aralar, bir kişiye değil, kendime de değil, hiç bilmediğim üçüncü bişilere.
bazı insanlar ne kadar şanslı..
1 Aralık 2010 Çarşamba
işyeri dedikodusuna kim hayır diyebilir
32 yaşında bir insanın gerçekten de adam olmamış, yontulmamış olabilmesine sadece recep ivedik gibi bir karakterle aşina olmuş bünyem, işyerine gelip de kendisi ile tanışınca sarsıldı. ilk başladığım zamanlarda bile benimle karı kız muhabbeti yapmakta beis görmeyen biriydi. zaman içinde istemsiz ilerleyen samimiyet daha beter sözcüklere tanık oldu. aslında sıradan biri, çok sıradan, terfi almış olmasına rağmen ve işinin gereği dilini çok sık kullanması gerekirken ingilizce bilmiyor, yes/no, cat/dog ve birkaç alfabe harfinden ileri gitmeye dağarcığı ile % 97 itici bir insan kendisi.
görgüsüz tam kelime anlamıyla, bazen isyan edip "sen nasıl bana emir verebilecek konumdasın" demek istiyorum, çaresiz susuyorum.
bizim ekip iki kız iki erkek, artık zaman içinde birbirini anlayan, şaka yapan, iş yükünü paylaşan insanlar olduk. ama müdür yardımcım kendini küçük bir prenses sandığı için hiçbir şeye elini sürmüyor.
işyerinde canımı en çok yakan hikayelerden biriydi onunla ilgili olan. printerda kağıtların bittiğini fark etmiştim basmam gereken tonla şey varken, olması gereken yerde A4leri bulamadığım için birisinden rica edecektim, ortalıkta kimseyi göremediğim için, arşivden bir kutu kağıt çıkarmasını rica etmiştim. sanki ayaklarıma kapan demişim gibi suratıma bakmıştı, hiç unutamıyorum o ifadesini, cümlesi ile söyleyişindeki vurguya kadar kulaklarımda.. "benden ne istediğini farkında mısın, müdür yardımcısıyım ben, benim işim mi kağıt getirmek?" ben de sakinlikle "benim işim mi?" demiştim, "git başkasına söyle" demişti, o zamanlar böyle bir tavır asla beklemediğim için sinirden titremiştim. eli ayağı boşalmak derler ya, o misal. sekreter atlayıp laf sokmuştu benim yerime komplekslerini yen diye. öylece gözlerim dolu dolu köşede dururken şube erkeklerinden biri yanıma gelip noldu demişti, olayı anlatınca ben alırım diye atlamıştı hemen, yok ben yaparım dediğimde önümü kesip, sakın ama sakın onun dediğini yapma. bırak utansın yaptığından, utanacağı varsa demişti. bambaşka bir dünya olduğunu o zaman anlamıştım iş hayatının.
günler geçip de adamı daha iyi tanıdıkça asla hiçbir şey beklememem gerektiğini fark ettim, ne de olsa o her şeyi yapabilirdi. ilk başlarda ne de olsa üstüm diye sesimi çıkarmaz, her dediğini yaparken işi öğrendikçe hafif bir özgüven geldi, şimdi istediklerini yapmadığımda anlıyor, verdiği işi geri aldığı gibi kendisi yapıyor.
halbuki işleri çirkinleştirmeden yoluna soksaydık olmaz mıydı, neticesinde aynı amaç için çalışıyoruz?
sushico'ya öğlen yemeğine gittiğimizde, recep ivedik 2'deki sushico sahnesini anlatışını da unutamam, yemek için stickleri elime aldığım gibi bırakmıştım.
daha tonlarca itici tavrı, sözü var, şimdilik kafi. sonraya da malzeme kalsın.
rivayetler asılsız olsa da can yakar
bir an durup da sıkılmadan, severek, onun koynunda kitap okuyarak, hediyelere ve süprizlere boğularak.
iş hayatının getirdiği muhteşem arkadaşları da ihmal etmiyorum tabii. insanın hayatı çok çabuk yön değiştiriyor, kendimce hayatımda tuhaf deneyler yapıyorum, beni aramadıkça aramadığım insanlardan çok azı beni arıyor, şaşırıyorum. sonra da pişkince çıkıp "amma da vefasızsın" demeyi ihmal etmiyorlar. uzakta da olsa, dostum olduklarını bildiklerim var, yine de yalnız hissetmeme engel olamıyorlar bazen. bazen bunalıp evden çıkasım geliyor, kimin evinde olduğum fark etmeksizin, telefonun öteki ucunda bildiğim biri, bildiğim bir yerde olsun da yanına gideyim, kafam dağılır diyorum olmuyor.
ama aksiliklere, sıkıntılara rağmen hala niye bi kere geldim bu istanbula diyemedim, her hali öyle güzel ki. işten eve yürüyebilmesi, her saate ulaşım olması, her yerin uzak ama gitmesi de bir o kadar kolay olması, en alakasız yerlerde birilerine rastlayabilmesi vs..
iş dünyasının hayatlarımızı monotonlaştırdığını kim söylemiş?