28 Aralık 2010 Salı

bravo!

kendime zarar verip, kendime eziyet ediyorum. hepsini de bilmeden yapıyorum.

ateşim çıktı, çok güzel! 10 dakikada çıkan ateş, buz kesen vücut. sigara içmek için yanıp tutuşan beden.

ve en nihayetinde her şeyin güzel olabileceğine inanan kalbim.

nokta

denemek için atılmış bir adım, onun değişip değişmediğini gösterecek bir hamle ve bum! o bir bombaymış aslında ve patlamaya hazırmış. ışığı gördü, bana kızdı. değiştiğini söyleyen adam bana kızdı.hiçbir ilişki iyi bitmiyor işte, bitemez. kötü sözler söyleniyor en nihayetinde. işyerinde yılbaşı kutlaması vardı. tanrım! bir şişe şarabı kadeh kadeh yudumlarken buldum kendimi. hepimize hediye alınmış. bana çıkan kupa, ona aldığımla aynıydı. yıkıldım. bardağımı başkasıyla değiştirdim. hediyemi ilk kez beğenmedim belki de. işyerindeki ilk hediyemi beğenemedim. sinir harbi. durgunluk. alkolün verdiği rahatlığa rağmen gerginlik. çıkışta onu aradım, bağırdı, bağırdım. çirkefleştik. ayrılığın pisliği üzerimize bulaştı. hoşçakal dedi, içim kızgınlıkla dolu hoşçakal dedim. kapattık, ben de telefonumu kapattım. kimse merak etmesin. etmesin işte, o merak etmiyorsa hiçkimse etmesin. herkes gitsin o da gittiyse. kızgınlıkla yürüdüm, bütün yolu kendi kendime konuşarak yürüdüm, küfrettim. şarkılar söyledim, ağladım. şemsiye taşımaktan yoruldum, kapattım, bütün yağmur saçlarımdan damlanayana kadar ıslandım. montum su geçirircesine ıslandım, çantamdaki eldivenlerimi takmadım. dondum, parmaklarım hala yanıyor soğuktan. o anı o siniri unutamam, nefes alışverişim bile farklı. çok çok kızgınım, insan sevdiğinden darbe almaya dayanamıyor. sevmek de bişeye yaramıyor, sevmekle iş yürümüyor.

dayanamıyorum, parmaklarım uyuşuyor, kendim uyuşuyorum. 

sevgimi bastırabilecek hissin, kızgınlık olmasını beklemiyordum. 

ne güzel genel müdürlükte sunumum varken bunun olması! 

ne güzel herkes ondan bahsederken benim ayrılıktan bahsedişim. 

sondu ama, bu gerçekten sondu. 

ne bir cümle daha olacak onla ilgili, ne de bir düşünce. öyle bir bitti ki, ben bile inanamadım. 

nokta. 

26 Aralık 2010 Pazar

Düştüysek kalkarız daha ölmedik ya, büyük yeminlerden vazgeçip dönmedik ya..

Cuma gecesi. Haydarpaşa. Fatih ekspresi. Kötü rüyalar, tatsız kabuslar içinde bir uyku. Cumartesi sabahı, rötarsız, sisli buzlar kraliçesine döndüren bir soğuk. Ev, sıcacık ev, kocaman kucaklayan anne, kucağa atlayan bir kardeş, vefalı sokak köpekleri. Her harfi özlemle dolup taşmış bir baba.

Aile saadeti bir kahvaltı. Yarım saati geçmez akraba ziyareti, akşama balık ziyafeti. Annecik mardinden süryani şarabı getirmiş, en yakın arkadaş, aile, annenin yakın arkadaşı, kanseri yeni atlatmış, kadınlığının simgesi göğsü yok. Hepimiz mutluyuz, gelişimi, işimi kutluyoruz. Kadehleri tokuşturup sağlığa içiyoruz, aşka içen yok. americano, okey oynayıp gecenin bir yarısı uykuya dalmaca.

pazar sabahı, annenin koynuna usulca sokulup yatakta sohbet. Sevgiliden ayrılışı anneye anlatmak. Onun her kararı desteklemesi. Kahvaltı, kocaman huzur içinde sakin bi kahvaltı. Annemin gözyaşları, benim gözyaşlarım. Mutluluk. öğleden sonra saat 3. Kapıda bekleyen bir sevgili, çantamı alıyor elimden. Ayrı olduğumuzu ikimiz de bildiğimiz halde hiçbir şey yok sanki. Gülüşmeler, içten bi özlem. Onun bana hediyesi, bir swarovski kutusu. Kabul edemem deyişim, beni duymayışı. Çok sevdiğimi bildiği kelebeklerden bir tane. Kanyonda vitrinde görüP beğendiğimden. Yıldız starbucks. Ona hediyelerini verişim, sevimli bir mickey, şaşkın suratlı ve yusuf atılgan'ın kitabı, aylak adam. İyi ki içine bir şey yazmamışım.

Nerdeydik, starbucks. Kahveler. İki mug. Son kahve. Elini usulca yüzümde gezdirişi, gözlerinin içine bakıp son 17 ayımızı görüşüm. Çok yakışıklıydı, ayrılık yakışamayacak kadar yakışıklı. Hala sevgiydi, sevgiliydi. Onundum, benimdi.

Yutkunduk, güldük. Son olduğunu bildiğimiz halde mutluyduk. Dudağımın içinde çıkan yarayı gösterdim, öptü. Geçti. Ağladı, birlikte olamayışımıza ağladı. Havaalanına bırakırken ağladı. Ben ağlamadım, ağlamamalıydım. Güçlü olmayınca ayrılık çekilmiyor. Yalancıktan güçlü oldum. Onu her şeyin iyi olacağına inandırmaya çalıştım, zor dedi, ağladı. Bir erkeğin gözyaşlarını silmek cesaret istiyormuş, cesaretle doldum. Onu başka kadınlarla düşündüm, midem bulandı. Binlerce düşünceyle çatıldı kaşlarım, suratsız oldum, kimsenin gözünün içine bakamadım, suratına bakamadım. Annem aradı havaalanında, ağladım. Yatıştıramadı beni.

Şimdi istanbula geldim, delicesine yağmur karşıladı beni.

Yarın sabah uyandığımda, her şeyin iyi olacağını biliyorum.

21 Aralık 2010 Salı

Bi' karar verdim arkasında durmakta zorlanıyorum. Sanki iradem yokmuş, olsa da ona işlemiyormuş gibi. Kendimi o yokken savunmasız, ona karşı koyamadığım için de güçsüz hissediyorum. İnsanın kişiliğlndeki kudret, başkasına bağlı olabilirmiş. Birini hayatında göndermekle insan, gayet de net çökebilirmiş, hem de kararı veren kendisi olsa bile.

Tuhaf şeyler düşünüyor, kötü rüyalar görüyorum.

Her şeyin güzel olacağına inanmayı öyle çok isterdim ki..

20 Aralık 2010 Pazartesi

sorular farklı, cevaplar bitek "o"

Nasılsın dedi, olanları biliyordu. Better dedim, better together.

Gündüzüm geceme denk oldu

Sana iyi geceler demeden yattığım uyku uyku değil, günaydın demeden başladığm gün, gün değil.

Biz

Sen ve ben, bizdik.

Şimdiyse ziyan olmuş iki ayrı kişiyiz.

Öyle zor ki her defasında elimin telefona gidişi, öyle zor ki gözyaşlarıma hakim olmaya çalışmak. O telefona bakmak, ama bi daha hiç olmayacağını bilmek.

Zor, ama zoru başarmak..

Sonunda her şey güzel olacak.

İçimde öyle çok şey var ki

"Senin için senden vazgeçerim." diye bi şarkı sözü var.

19 Aralık 2010 Pazar

artık kısa cümleler kuruyorum..cümle bile değiller aslında

Sabah. Trafik. Ağlamaktan şişmiş gözler. Açlıkla birleşmiş mide bulantısı. Çalmayan telefon. Boşluk. parçalı bulutlu gözler, çiseleyen gözyaşı, sağanak gözyaşı. Dağılan makyaj. Daha da şişen gözler. Durgunluk. Susmak. Kuruyan dudaklar. Artık o dudakları öpmeyecek bi' adam. İnançsızlık. Umut var. İnsan neler görüyor. Yaşarız. Yaşamalıyız. Yine de.. Ayrılık. Zor işte. 17 ayın sonunda bitti demek. Zormuk.

.

in the end, we have nothing.

19th of december/2010.

16 Aralık 2010 Perşembe

anlatamadığım hikayeler

dün inanılmaz yoğun bir işyeri ortamı. gün içinde yaptığım işlerin ufak bir listesini tutuyorum, akşam dinçerin gelmesini beklerken, kontrol yapıyorum. çıkmamış birkaç eft işlemi ilişiyor gözüme, merkez bankası kapanalı iki saat olmuş. araştırmacı ruhum giriyor devreye, talimatı buluyorum, firmanın hesabını yokluyorum, işlemi yapmayan adamı buluyorum, derken birkaç ekran görüntüsü ve tonlarca insana işlem yapılmadı diye mail gönderiyorum. aslında işlemleri kontrol etmek hiçbirimizin görevi değil, bizden çıktı ya diyip, genel müdürlüğe bırakırız işleri ama yeni başlayıp göze girmeye çalışan, hepsinden öte kendi iş düzenini kurmaya çalışan bünyem için bu biraz eziyetli de olsa güzel bi' yol.

bu sabah işyerine gidiyorum, herkes tebrik ediyor, yaptığımın süper bişey olduğunu, dikkatli olduğumu söylüyorlar. asla aferin demeyen o kadının benle gerçekten gurur duyuşunu izliyorum, takdir öyle şahane bir şey ki, benim için en büyük motivasyon. ama öyle gaza getirmek için söylenenler değil, gerçekten hakettiklerim, beni işe nasıl bağlıyorlar belli değil.

dün geceye dönelim, bu mailleri gönderip gönül rahatlığı ile şubeden çıktık dinçerle, o da iş çıkışında beni almaya gelmiş dünyalar tatlısı bir gay arkadaş. şubeden çıkıyoruz, kocaman baston bi şemsiye açıyorum, taşımamı ister misin diyor, yoo iyiyim böyle diyorum, olley diyor, şemsiye taşımayı sevmezmiş kendisi. kolkola yürüyüp kitchenette'e atıyoruz kendimizi, iş sonrasında gelmiş insancıklarla dolu ortam, bakıyorum, tanıdık yok, içim rahat ediyor. ilk başta her şey normal, yemek seçiyoruz, o benim yemeğimi seçiyor, aralarda laflıyoruz ikimiz de çok açız. garson ne içeceksiniz diye sorduğunda, bana bakıp şarap diyor. efendim diyorum, garson adımı şarap sanıyor şaşkınlıkla. gayliğini sonsuz kabul etmişliğiyle dönüp "şarabı erkekler seçer, ben erkek değilim sen seç" diyor, gülüyorum sanki ben erkekmişim gibi. erkek olmaya daha yakınsın diyorum, o seçiyor. bir şişe merlot geliyor masamıza, o kadar sıcak ki, buzlu kova istemek zorunda kalıyoruz. muhabbet alıp başını gidiyor, o quesedillasını yerken benle paylaşıyor, ben de güveçte körili tavuğuma ve yasemin pilavıma yumuluyorum. kadehler hızla devriliyor, saat 9 ve biz sarhoşuz. ne dilimizden çıkanlar umrumuzda ne de bize bakan masalar. kocaman bir tatlı söylüyoruz ortaya, bol çikolatalı, sonra da birkaç kadeh şarap daha dönüyoruz. o artık sevişmek istemediğini söylüyor, sus dedikçe gülüyor, arlanmaz çocuklar gibiyiz. garson dinçeri beğeniyor, sadece kahkahalar atıyoruz. tatlı faslını da bitirince kalkıyoruz, kolundan tuttuğum gibi ipekyola giriyoruz, askılar elimden kayıyor, akşamın 9 buçuğunda alışveriş merkezinde sarhoş iki salağız, salağız ama mutluyuz.

sıkılıp çıkıyoruz, minibüse bindiriyor beni, ayrılıyoruz sıkıca sarılıp, minibüste tam parayı uzatacakken üniversitemden bir asistana rastlıyorum, jason. jasonla laflıyoruz, asistan olduğu okuldan, üniversiteden bahsediyoruz. görüşelim diyoruz, hoşuma gidiyor. arka koltuktan para uzatan kadın beni yabancı sanıyor, yoo türkçe de biliyorum diyorum. ben erken indiğim için jasonla vedalaşıyoruz. eve yürürken dinmiş yağmurun etkisindeki toprak kokusu şarabımın kokusuna karışıyor, eğlendim, jasonı gördüm, üniversiteyi özledim derken mutlu mutlu yürüyorum. birden ayağım kaydığı gibi düşüyorum, birinci sınıf restoranın valeleri koşuyor hemen karşı kaldırımdan, bana yardım etmeye çalışıyorlar kalkmam için, bense gülüyorum. adamlar beni ayağa kaldırıyor, iyiyim yok bir şey diyerek uzaklaşıyorum yanlarından.

eve gelip teyzemlere olan biteni anlatıyorum, o kafayla hala nasıl anlatabildiğimi bilmiyorum. sonra parmağımda babannemin düğün yüzüğü ile uykuya dalıyorum. karmakarışık rüyalardan sonra sabahı ediyorum.

bugün öyle güzel hissettim ki kendimi.

15 Aralık 2010 Çarşamba

istanbulda her şeyim mümkün olması içimi rahatlatıyor

rüya gibi birgündü dün, belki de en basit, ama en güzel. gün içinde işyerinde amansız bir yoğunluk vardı, ekip zaten 4 kişi, biri izinli biri şube dışında iki kişi yetişmeye çalışıyoruz. o koşturmaca içinde, yabancı müşterilerimizden biri geldi, bir form bırakmak için gelmiş, tamam diyip aldım formu o yoğunluk içinde, adam elinde valiz, yine yurtdışına çıkıyor. aradan 5 dakika geçince dank etti kafama almadığım imza, hemen merdivenlerden aşağı koştum, adam şubenin içinde yok. üstümde yarım kollu, çılgın yağmurun altına atıverdim kendimi. gözlerim adamı aradı taradı ve taksi beklerken buldu, yetiştim arkasından soluk soluğa, bir imza alabilir miyim dedim, soğuk içeri gidelim dedi, o halde koşturduk. sanki bridget jones'un leopar desenli küloduyla marc'ın arkasından londra sokaklarında koştuğu hali gibiydim. "taksi bulamadığım için şanslısınız" dedi, gülüştük. niye bilmem şubedekilerin tuhaf bakışlarını o zaman fark ettim, adama iyi yolculuklar diyerek gönderdim, sonradan imzaya aslında hiç gerek olmadığını öğrenmem de tuzu biberi oldu işin.

ingilizce konuşmak bazı insanlar için hala anormal bir olgu, nerde öğrendin, okul yetiyor mu sırf, benim de gramerim iyi ama pratiğim yok vs vs.. sanki hepimiz konuşsak hayat daha farklı olurmuş gibi bir tavır var, insan kendi bildiğinden de utanıyor

ups, saat 7.22 olmuş. halbuki ben daha dün işten sonra içişimi, sarhoşumsu oluşumu, eve dönerken yolda düşüp gülüşümü anlatacaktım.

next post.

12 Aralık 2010 Pazar

inpatience

Eğer ki blogumu okumayacağını bilseydim, sevgiliye yapacağım süprizleri anlatırdım!

9 Aralık 2010 Perşembe

üzmez o beni sarar beyaz beyaz pamuklara, devamdır ölene kadar senin bu kalp

sevgiliyle haftasonundan bir türlü bahsedemedim. güzel bir hikaye anlatasım vardı, koştum geldim,en nihayetinde gerçek olabilmiş bi sevgiden bahsedeyim dedim. 

cuma akşamı bostancı iskelesinde buluştuk, bookingcom üzerinden büyükada'da yerimizi ayarlamıştık, adaya doğru yola çıktık, dışarda oturduk dizdize eleleydik, birlikte olmadan geçen iki haftanın sonunda tatlı bir kaçamak yapıyorduk. çantamı aç dedim, suratıma baktı şaşkınlıkla, orda bi kutu olacak dedim, çantamdaki paşabahçe kutusunu çıkardı, üzerinde "hayat en güzel hediye" yazıyordu bir sticker ile, bir de keçeden yapılmış kırmızı kurdelesi vardı. kutuyu açtı, içinden çıkan bembeyaz kupaya baktı, üzerinde gümüş renkli bir şehir silüeti vardı, çok beğendi, işyerinde onla içeceğini söyledi, her daim yanında olabildiğim için sevindim. 

benim de sana süprizlerim var dedi, ikisini azçok biliyordum bir kolye demişti, bir tasarımcının ellerinden, sadece birtane var bu kolyeden, o da sadece sende, bir de kupan var demişti işyerinde kazara kırılan pespembe bardağımın yerine. önce minicik bi kutu çıkardı, ben açtım, içinden mavi bir ip çıktı, ucundaysa altın renkli iki kırlangıç, hani en sevdiğim figür olan kırlangıç, denizin rüzgarıyla salındı elimde kırlangıçlar, ona baktım, elini tuttum, o akşamın karanlığında, buz gibi burnumu dayadım yanağına, burnum kopacak gibiydi soğuktan, burnun üşümüş dedi, öpüverdi burnumdan, o an burnumla birlikte tüm bedenim ısındı. 

iskelede iniverdik, akşam saati olmasına rağmen yine kalabalıktı, balıkçıların arasından geçtik, bir markete uğrayıp su aldık, sonra pıt pıt otelimize geldik, oteld şahane karşılandık ve odaya gittik. iki haftanın özlemini dindirip o yorgunlukla yanyana uyuduk. 

gecenin bir yarısı uyanıp da onu yanıbaşımda bulmak gözlerimi dolduruyor, neden bilmem uykumun arasında hala yanımda mı diye yokluyorum onu, onun üstü açılsa üşümüştür diye ben uyanıyorum, bazen de kalkıyorum, üstümü örtüyor oluyor, seviyorum onu. 

cumartesi sabahı uyandık, kahvaltının terasta olduğunu biliyorduk ama martılar yanıbaşımızda koskoca istanbul manzarasında yiyeceğimizi bilmiyorduk, sağlam bir kahvaltı üstüne tavla oynadık o beni yapıştırdı, odamıza döndük, hazırlandık ve güne başlamak için yola koyulduk. fayton iyi hoş ve romantik olabilir ama tezek kokusu kesinlikle çekilmez, yine de buna bile gülebilmek içimi ısıtıyor. elele dolaştık adayı, tepeye kadar olmasa da çıktık, bir yerde ağaçların altına kurulduk, ben yere yattım, o göğsüme uzandı, ben saçını öptüm, o ellerimi. 16 aylık ilişkimizde en mutlu olduğum an, adada kucağıma yattığı andı, benimdi, bizdik, birlikteydik. 

akşama bira patates ile geçiştiridik yorgunlukla odamıza döndük. duşlarıımızı alıp yatağa kurulduk, kelime oyununa baktık bloombergde, ben her şeyi bilirken afferin akıllı sevgilime diyip beni öptü, sonra bi milyon canlı paraya sardırmıştık ki oda telefonumuz çaldı. resepsiyondan arıyorlarmış, eğer müsaitsek bize bir ikramları olacakmış. buyursunlar gelsinler dedik küçücük odamızın içinde, ışıklarımız çok açık değildi, 15 -20 dakika sonra kapı çaldı, sevgili açtı kapıyı, ekli fotoda gördüldüğü üzere bitter çikolata ile yapılmış bir fondü ve yanında muz dilimleri ile kırmızı şarap vardı. muhteşem bir jestti, sanki adada olmak yeterince romantik değilmiş gibi, bir de fondü ve şarapla şımarttılar bizi. 

bütün bu olanlardan sonra, koynuna sokulup sırnaşmaktan başka bir şey yoktu elimde, yanına sokuldum usulca, yorganı açtı, uzandım göğsüne, öylece uyuyakalmışım..

happily ever after.

insan sevince, başka biri oluyor sanki.

2 Aralık 2010 Perşembe

like the way you lie

bir şekilde hayatımı düzene oturtmuş olmanın verdiği huzur içerisindeyim. her ne kadar hala kendi evim olmasa da birilerinin yanında yaşıyor olsam da zamanı gelince onların da yoluna gireceğini biliyorum.

uzakta sevgili sahibi olmak çok zor, gördüğüm haftasonları eğlenceli ayrı geçen zamanlarsa özlem dolu, öyle dengesiz öyle yorucu bir hal ki.. haftasonu sevgili geliyor, yani yarın. büyükadada yerimizi ayırttık havanın hala güzel olabildiği zamanın tadını çıkarmak için başbaşa ufak bir kaçamak yapıyoruz, sonra ben gidiyorum 24ünde, yılbaşına o geliyor. yılbaşı demişken, 2010 biraz fazla hızlı geçmedi mi? sahi istanbul için alternatif yılbaşı planları nedir ki? tutulası apartlar, ev ortamında eğlenceler yok mudur?

kendimle alıp veremediğim bir şeyler var bu aralar, içten içe rahatsız ediyor beni, rüyalarımdan huzursuz uyanıyorum, yaptığım en iyi şey uyumak sanki. ya hayatımda bir şey eksik, ya da bir şey fazla. kendimle değilim sanki. hiçbir şey yapmıyor üretmiyormuşum gibi geliyor, ayrımı çok özlüyorum bana iyi hissettirmesine öyle çok ihtiyacım var ki. yakın sandıklarım uzakmış gibi sanki. istanbul bana çok iyi hissettiriyor ama yine de bir yalnızlık hissi var içimde, kimseyi de göresim gelmiyor. buluşalım diye arayanlara coşkuyla söz diyor, sonrasında kendimle kalıyorum.

umarım bu hale getiren iş hayatıdır, en azından sorunun ne olduğunu bilebilirim.

bu kadar mutsuz halin üzerine kendimi çirkin hissedişimi de ekleyince, kış depresyonu eşiğinde olduğumu hissediyorum. öteki türlü, hayatından memnun olmayan insan profili çizmeyi hazmedemem sanırım.

kendime bir hobi bulmalıyım, haftasonlarımı/haftaiçi akşamlarını dolduracak, bana bir şey ürettiğimi işe yaradığımı hissettirecek bişi.

yazarken buldum, barınaklar, gönüllü işler, kurslar.. kendimi bir şeye adamalıyım bu aralar, bir kişiye değil, kendime de değil, hiç bilmediğim üçüncü bişilere.

bazı insanlar ne kadar şanslı..

1 Aralık 2010 Çarşamba

işyeri dedikodusuna kim hayır diyebilir

bu yazıyı sadece bir kişi için yazıyorum, kendisi öyle bir malzeme kaynağı ki sayfalarca döktürebilirim hakkında. sevgili müdür yardımcım.

32 yaşında bir insanın gerçekten de adam olmamış, yontulmamış olabilmesine sadece recep ivedik gibi bir karakterle aşina olmuş bünyem, işyerine gelip de kendisi ile tanışınca sarsıldı. ilk başladığım zamanlarda bile benimle karı kız muhabbeti yapmakta beis görmeyen biriydi. zaman içinde istemsiz ilerleyen samimiyet daha beter sözcüklere tanık oldu. aslında sıradan biri, çok sıradan, terfi almış olmasına rağmen ve işinin gereği dilini çok sık kullanması gerekirken ingilizce bilmiyor, yes/no, cat/dog ve birkaç alfabe harfinden ileri gitmeye dağarcığı ile % 97 itici bir insan kendisi.

görgüsüz tam kelime anlamıyla, bazen isyan edip "sen nasıl bana emir verebilecek konumdasın" demek istiyorum, çaresiz susuyorum.

bizim ekip iki kız iki erkek, artık zaman içinde birbirini anlayan, şaka yapan, iş yükünü paylaşan insanlar olduk. ama müdür yardımcım kendini küçük bir prenses sandığı için hiçbir şeye elini sürmüyor.

işyerinde canımı en çok yakan hikayelerden biriydi onunla ilgili olan. printerda kağıtların bittiğini fark etmiştim basmam gereken tonla şey varken, olması gereken yerde A4leri bulamadığım için birisinden rica edecektim, ortalıkta kimseyi göremediğim için, arşivden bir kutu kağıt çıkarmasını rica etmiştim. sanki ayaklarıma kapan demişim gibi suratıma bakmıştı, hiç unutamıyorum o ifadesini, cümlesi ile söyleyişindeki vurguya kadar kulaklarımda.. "benden ne istediğini farkında mısın, müdür yardımcısıyım ben, benim işim mi kağıt getirmek?" ben de sakinlikle "benim işim mi?" demiştim, "git başkasına söyle" demişti, o zamanlar böyle bir tavır asla beklemediğim için sinirden titremiştim. eli ayağı boşalmak derler ya, o misal. sekreter atlayıp laf sokmuştu benim yerime komplekslerini yen diye. öylece gözlerim dolu dolu köşede dururken şube erkeklerinden biri yanıma gelip noldu demişti, olayı anlatınca ben alırım diye atlamıştı hemen, yok ben yaparım dediğimde önümü kesip, sakın ama sakın onun dediğini yapma. bırak utansın yaptığından, utanacağı varsa demişti. bambaşka bir dünya olduğunu o zaman anlamıştım iş hayatının.

günler geçip de adamı daha iyi tanıdıkça asla hiçbir şey beklememem gerektiğini fark ettim, ne de olsa o her şeyi yapabilirdi. ilk başlarda ne de olsa üstüm diye sesimi çıkarmaz, her dediğini yaparken işi öğrendikçe hafif bir özgüven geldi, şimdi istediklerini yapmadığımda anlıyor, verdiği işi geri aldığı gibi kendisi yapıyor.

halbuki işleri çirkinleştirmeden yoluna soksaydık olmaz mıydı, neticesinde aynı amaç için çalışıyoruz?

sushico'ya öğlen yemeğine gittiğimizde, recep ivedik 2'deki sushico sahnesini anlatışını da unutamam, yemek için stickleri elime aldığım gibi bırakmıştım.

daha tonlarca itici tavrı, sözü var, şimdilik kafi. sonraya da malzeme kalsın.

rivayetler asılsız olsa da can yakar

parmaklarım tuşlara dokunmaktan çekiniyor, ya başlar da hiç susmazlar diye ya da yazacak bir şeyleri yok diye, tam kestiremiyorum. son zamanlardaki hayatım sevdalı geçiyor, tam anlamıyla yaşıyorum bunu hayatımda en önemli şey bi adam, iş var aile dostlar var ama en önemlisi o sanki. onla konuşarak, onla buluşarak onun yanıbaşında ve sadece onla geçiyor hayat.

bir an durup da sıkılmadan, severek, onun koynunda kitap okuyarak, hediyelere ve süprizlere boğularak.

iş hayatının getirdiği muhteşem arkadaşları da ihmal etmiyorum tabii. insanın hayatı çok çabuk yön değiştiriyor, kendimce hayatımda tuhaf deneyler yapıyorum, beni aramadıkça aramadığım insanlardan çok azı beni arıyor, şaşırıyorum. sonra da pişkince çıkıp "amma da vefasızsın" demeyi ihmal etmiyorlar. uzakta da olsa, dostum olduklarını bildiklerim var, yine de yalnız hissetmeme engel olamıyorlar bazen. bazen bunalıp evden çıkasım geliyor, kimin evinde olduğum fark etmeksizin, telefonun öteki ucunda bildiğim biri, bildiğim bir yerde olsun da yanına gideyim, kafam dağılır diyorum olmuyor.

ama aksiliklere, sıkıntılara rağmen hala niye bi kere geldim bu istanbula diyemedim, her hali öyle güzel ki. işten eve yürüyebilmesi, her saate ulaşım olması, her yerin uzak ama gitmesi de bir o kadar kolay olması, en alakasız  yerlerde birilerine rastlayabilmesi vs..

iş dünyasının hayatlarımızı monotonlaştırdığını kim söylemiş?

25 Kasım 2010 Perşembe

Minik şeyler bütün dengemi tersine çeviriyor

küçük şeylerle mutlu olmanın tadı bambaşka. Bugün hafif canım sıkkındı iş yerinde, 24 yaşında hala arkadaş/insan ilişkilerinde şaşılacak bir şeyler bulabiliyordum, sevgilimle uzaklık sorunu bizi geriyordu, işyerindeki tipin birine inanılmaz kıldım derken akşama doğru suratım düştü, keyifsizleştim, kimselerin alışık olmadığı o somurtkan şirin halime büründüm.

Gözlerim doldu bir ara derin düşüncelere kendimi kaptırmışken, masabaşı işi bu, ağlamak olmaz diye ayaklandım, lavaboya gittim, azcık soluklandım, sinirimi/üzüntümü boşalttım masama döndüm.

Bilgisayar klavyeme sıkıştırılmış bir kağıt ilişti gözüme, üzerinde benim söylemimle "öptüm kib bye" yazıyordu. Gülümsedim, arkasından kahkahalarım yükseldi, kimin yazdığını bildiğimden hemen dahilisini tuşladım, 225. Hiçbi kelime çıkmadı ağzımdan, gülmeye devam ettim. Adını niye yazmadın dedim, benden başka yazan mı var dedi, yok da tanırdım dedim, şimdi de tanıdın akıllısın ya dedi, neden bilmem onun akıllı demesi hoşuma gidiyor, sanki kimseye demeyen tiplerden biriymiş gibi, hani aptallığa asla tahammülü olmayıp, herkesi aptal gören biriymiş gibi. Karşılıklı gülüştük, kötü bi zamanda iyi bi yazıydı dedim, her zaman dedi, tam telefonu kapatacakken abi tavsiyesini de verdi "ekranını açık bırakıp gitme bi' daha" olur dedim, sonra eşanlı öptüm kib bay diyerek kapadık telefonu.

Boktan bi anın ortasında küçücük bi hamleydi yaptığı, bilmedendi ama günün bi kısmını aydınlatmaya yetti.

Hayatlarımızdan teğet geçenler, bazen büyük şeyler yapabiliyorlar bizim için..tam merkezdekilerin hiçbişi yapmadığı zamanların aksine..

28 Ekim 2010 Perşembe

business adventures

sonunda anlatmak için sabırsızlandığım iş maceralarını yazacak kadar birikime, vakte ve her şeyden önemlisi internete sahip oldum. nasıl başlamalı bilmiyorum, bir banka şubesinde işler aslında hiç de beklediğim gibi yürümüyor. adını söylediğim herkes "en zor" bankadan başlamışsın diyor, bense inatla bütün bankaların aynı işi yaptığını savunuyorum.

bankacılık kariyerine hep karşıyken sonunda gerçekten de severek yapabildiğim bir iş olduğunu görmek hem şaşırtıcı hem de üzücü. inanılmaz önyargılı tavırlar sergiliyorum bazen, hayatımın önemli bir kısmına mal oluyor gerçi olan her şeyin bir anlamı var, ama yine de salaklıklar için kendimizi avutmak gibi oluyor bazen.

eskiden bankacıları kasıntı, sürekli şık şıkır giyinen, geneli kadın sektör çalışanları olarak görürdüm, meğersem onlar işin sadece bireysel kısmındaki insanlarmış, ayrıca asla kasıntı değil son derece samimilermiş. bankadan beklediğim ise çılgıncasına yoğun ve yorucu bir çalışma temposuydu meğersem bu da carinin işiymiş, eh benim işime gelince, dünyanın en kolay şeyi değil tabii, ama sevdiğimden mütevellit, eğleniyorum.

günün çoğu işyerinde geçtiği için, iş arkadaşlarınla eğer iyi anlaşabilirsen gerçekten de keyif, yoksa zulüm olur insana. şanslıyım ki olduğum gibi kabullendiler beni, iş arkadaşlarına tontik, cici, canım demekte beis görmediğim gibi, onların enerjisini de değiştiriyorum. tabii böylesine kıpır kıpır bir misyonu istemsiz üstlenmiş olunca, herkesin beklentisi "bu kız hep güler" oluyor, ayakta tutması zor bir görev ama deniyorum.

20-25 kişilik bi şube bizimki, inanılmaz merkezi. yemek yemeğe düşkün bir şube müdürü, geneli hamile ya da yeni doğum yapmış bir kadınlar ordusu, recep ivedik tarzı bir müdür yardımcısı, sevimli bir kız arkadaş, okuma delisi ve hakkında bişiler öğrenmeye heves ettiren bir adam, çaycısı, güvenliği derken kocaman bir aile.

insanın hayatında seçme şansı hiç olmuyor, aileni seçemiyorsun, okulunu seçsen arkadaşlarını seçemiyorsun, işini seçsen detaylarını seçemiyorsun.. tonla şey var elimizin yetmediği, gücümüzün yarıda kaldığı, ama bir parça şansın varsa, işindekilerle iyi anlaşabilmeyi seçiyorsun.

işyerinin bitişiği sushico, bundan nasiplenebilecek insanlarla birlikte olmak bir lütuf. yine de kendimi hibçir şekilde şube müdiresi olarak düşünemiyorum, müdire kelimesi bile tüylerimi ürpertmeye yetiyor. ah beni nasıl bir hayatın beklediğini bilebilseydim..

bu çok iş maceralarından bahsetmek gibi olmadı, giriş oldu ama devamı çok yakında

özlemişim.

itiraz

sevgili havaalanı görevlileri,

dünyanın en hızlı büyüyen havaalanı diye böbürlenmeyi biliyorsunuz, nitekim iyi de yapıyorsunuz sabiha gökçeni yetiştirip zırt pırt uçaklar koyarak... velhasıl kelam bekleme salonlarınıza daha çok yatırım yapmalısınız, sadece yarım saattir oturduğum koltukta resmen popomun düzleştiğini hissettim, nitekim kemikli bir insan da değilim ki kemiklerim battı diyeyim, kayanın üstünde otursam daha rahat ederdim hiç şüphesiz.

imza: iki haftada bir ankaraya uçakla gidip zamanının önemli bir kısmını havaalanında geçiren simen

25 Ekim 2010 Pazartesi

Lets talk, not more

"Evrenden torpilim var", "secret" zırt pırt. Öyle kitapla, okumayla, yazmayla alakası yok bu işin, cidden basitçe bir "içten hissetme" ile alakası var. Sayfalarda yazıp okumak yerine tek bi basit cümleyi uygulamak bu kadar zor mu? son zamanlarda bunaldığım, kendimi kötü hissettiren ne varsa, hep güzel olan şeyleri düşünüyorum. Aklımda oynadığım oyunlar, evrene gönderilen tatlı sinyaller hemen sonuç verdi, birkaç gündür her şey öyle güzel ki.o körelmişlik hissim gittiğinden, işe yaradığımı hissettiğimden beri işte gelişmeler oldu, minik ama mutlu eden cinsten sorumluluk artması, teşekkür ederim telefonları, beni bi telefon konuşmasında tanıdığını zanneden insanlar vs.

Ufak mutlulukların bi anda çoğalması çok büyük bi kudret, başkaları adına sevinmeyi çok iyi biliyoruz aslında, iltifat etmeyi, sevgimizi göstermeyi ama bunun için neden "olgun" koşulları beklediğimizi bir türlü anlamıyorum.

tom robbins'in ağaçkakan'ını okuyorum ikinci kez, bu sefer verdiği mesaj daha farklı sanki, ya da ben işime geldiği gibi alıyorum..

Hava yağmurluymuş kime ne, hayat güzel ya!

24 Ekim 2010 Pazar

cultural blindness

bir süredir kendimi körelmiş hissediyorum. okumaz, izlemez, dinlemez, hiçbir şeyi takip etmez bir insanmışım gibi kendime ait bir dünya yaratıp, onun içinde bencilce sadece kendimle ilgili şeylere vakit ayırıyormuşum gibi. aslında bunun istanbulla mı yoksa iş hayatıyla mı ilgisi var pek emin değilim.

cuma günü aylar sonra dodoyu gördüm, buluştuk, o kendi sayısıyla 1532 kilo vermişti, istiklal mangonun önünde sarıldık birbirimize. görüşmeyeli iki buçuk ay olmuştu da, hiçbişi değişmemişti. son dönem dedikodularını aldık verdik, onun ajans hikayesini dinledim, kahkahalar attığımız şeyler oldu, gözümüzden yaşlar geldi, ara cafenin garsonlarına gıcık olduk vs vs.. dolu doluydu ama, güzeldi. son havadisleri almak, hala var olduğumu, istanbulda olduğumu hissettirdi bana.

dodo benim için çok özel, çok çok önemli bi insan, annesi de öyle. nitekim hayatımdan ne zaman yakınacak şeyler bulsam, ne zaman bir takım şeylerin kötüye gittiğini hissetsem sihirli değneğiyle çıkıveriyor öteki köşeden, aydınlanma yaşıyorum. yine iyi gelmesine ihtiyacım olan zamanlardan biriydi ve geldi.

cuma gecesi eve dönüp uyudum pıt pıt, cumartesi sabah erkencikten uyanıp kendimce pilates yaptım. bir power plate mevzusudur kasıp kavuruyor ortalığı, sürekli şehir fırsatlarında filan geliyor, adam gibi bi spor salonuna yazılıp kendisini tecrübe etme isteğim var. cumartesi sabahı kimse yoktu evde benden başka, kuzenin varlığı yoklukla birdi çünkü. gittim kendime üşenmeden adam gibi bir kahvaltı hazırladım, tek başımalığıma aldırmadan çayımı bile demledim. esaslı bir kahvaltı yaptım, odamı topladım, kıyafet dolabımdan çıkan tahta kurularından irite oldum, hala giydiğim kıyafetler yüzünden tik oluşmuş halde kaşınıyorum. hala yerleşememiş, bir türlü bana ait hissettirmeyen odama baktım. bir yere ev demek için, nelere sahip olmak gerektiğini merak ettim.

eğitimden arkadaşlarla kanyonda buluştuk, gloria jeanste bir soluk, numnumda daha uzun bir soluk aldık, iş dedikodularıyla dolduk taştık, aşktan, ilişkilerden, spordan, taşınmalardan bahsettik. bayram tatili, ilerdeki hayatımız derken bi insanın hayatta başına gelebilecek en güzel şeyin, kalabalık bir dost ortamı olduğunu yine anımsadım, yüzüm güldü.

sonrasında da kendimizi makrocentera attık kuzenle buluşup, akşamına girls night yapıp kadeh kadeh şarap içtik, o askerdeki sevgilisini anlattı, ben işimi anlattım. bildiği istanbulu ona yeniden anlattım, ayrı yataklarda çakırkeyif uykulara daldık.

bi haftasonu daha geçiverdi böylece, körelmişliğim şimdilik son buldu.

21 Ekim 2010 Perşembe

zulümlerin hüzün vermiyor..

Otobüs durağındaki kalabalığını bile seviyorum istanbulun. Sürekli söylendiğim dengesiz havasını, hayatının karmaşasını, "az çorba" konseptini, her yere yakın oluşumu seviyorum.
burası hiçbişeyin imkansız olmadığı bi yer.

Sabahları işe, işyerinden bi arkadaşımla birlikte geliyorum, radyo dinliyoruz çeşitli cdlere takılıyoruz, arada bağıra bağıra birlikte söylüyoruz şarkıları. İş arkadaşınla böyle olmak, hem özel hem uluorta olmak çok acayip, aşktan bahsetmiyoruz hiç, nadiren konu sekse geliyor, kıyısından çeviriyoruz. Ama tanıyoruz birbirimizi, şarkılarla tanışıyoruz.

Bugün porto beşiktaş maçına iddia oynadık, futbolla pek aram olmamasına rağmen, porto kesin alır dediler, iyi dedim güvenip elli kağıdı yatırıverdim. Akşam hayatımda izlemediğim iki takımın maçı karşısına kilitlenmiş buldum kendimi, koşu bandındaydım, yanımda koşan başka adamlar, kadınlar vardı. heyecanla maçı izledim, porto gol attı ben daha da şevkle koştum, nihayetinde spor salonundaki bikaç kişiyle iddia muhabbeti yapar buldum kendimi.

Türk değil misin diyorlar portoyu tuttuğum için, iş başka Türklük başka diyorum.

Umarım iddia bağımlısı olmam!

17 Ekim 2010 Pazar

istanbul senmişsin

Aşığım, her şeyine çok yönlü aşığım. Onu içlne dahil ettiğim ne varsa, ona da aşığım. İstanbulsa istanbul, en dandik otelse de otel, sevmediğimi sandığım ankara, sinema salonları, starbucks kahveleri, kırmızı ojelerim, pijaması, kedisi, onun bulaştığı ne varsa aşığım işte.

Yine ankaradan döndüğüm zamanlardan birindeyim, ikidir o bırakıyor beni havaalanına, uzunca vedalaşıyoruz. Herkes bakarken sırada öpüveriyorum onu, daha da sıkı sarılıyor. Ayrılmak bile güzel onunla.

Her defasında benim için kolaylaşıyor ayrılık, ona döneceğimi bilerek ayrılıyorum yanından, oysa tam tersim benim her defasında daha bir ürkek uğurluyor beni, gözleri doluyor, sarılıyorum, gözkapaklarını öpüyorum kirpiklerini sıkıştırıyorum iki dudağımın arasında, eliyle boynumu tutuyor, ensesine düşen bikaç tutam saçını okşuyorum, o üzülünce ben de durgunlaşıyorum..ancak birlikte mutluyuz biz.

Gelmeden önce sana süprizlerim var dedi, yalvardım söylemedi. Benden öğrendi böyle pislik yapmayı, ona süprizim olduğunda hiç söylemedim, yalvardı ipucu bile vermedim. Sevgilim insaflı, üç süprizinden birini söyledi bana, işyerinde kartvizitim basılmıştı, kartvizitlik almış. Diğerlerini söylesin diye yalvardım, suskunluğunu korudu. İyi ki de korumuş, hayatımda aldığım en güzel hediyeyi söylemediği için sevindim.

Dün akşamdı beni eski pilates grubuyla gittiğim yemekten alışı, arabada giderken süprizlerimi verdi, trafik ışıklarında duruyorduk. Önce 2011 moleskine ajandam çıktı, tam istediğim boy, soft cover weekly, hatırlamasına inanamadım. Daha aylar varken almış olmasına çok sevindim, sonra netbook kılıfımı verdi, yeni aldığım için daha kılıf almaya vaktim olmamıştı, kelebekli çiçekli bişi, ben olsam aynısını alırdım. Son olarak da.. Yazarken bile yüzüme gülümseme yerleşiyor. Bir kutu açtım, üzerinde adım yazılıydı, ilk adımın ilk harfi bütün karizmasıyla duruyordu, kutunun içini açtım, kartvizitliğimi ve kalemimi o zaman gördüm. İkisinin de üzerinde adım yazılıydı, hayatımda daha anlamlı bir hediye aldım mı hiç hatırlamıyorum.

Hep yanımda olduğunu biliyordum, ama artık daha da "hep yanımda" olduğunu bilmek öyle hoşuma gidiyor ki..

Birkaç araba turundan ve hediye heyecanından sonra cafemize gittik, alkollüydüm, gözlerinin içine baka baja canım seni çekti dedim, hımm dedi bütün iç gıcıklayıcılığyla, beni seviyo musun sen dedi, ebet dedim, çok mu dedi çok dedim. Sonra duraksadı, aşık mısın bana dedi, utandım, çocuklar gibi kafamı önüme düşürdüm, çenemden tuttu beni hıh? Dedi, gülümsedim, kalbimden geçip dilime gelemeyeni sordu, cevabının evet olduğunu bile bile sordu, bense sustum.

Şimdi söylüyorum sevgili, tabii ki de aşığım sana, ama dur. Bunu yazının taa en başında söylemiştim zaten değil mi?

14 Ekim 2010 Perşembe

a purposeful life

Gözümü güne çok erken açtım sabahlardan biri yine, saat 06:13. İstanbula taşındığımdan beri tam bir koşturmaca içinde geçiyor hayatım, haftaiçleri iş akşamları spor, duş, yemek, kitap belki bi iki akşam dışarı çıkıp soluklanmaca..haftasonları da varsa feminen işler, yoksa aile, arkadaşlar derken haftalar geçiyor. İşe başlayalı somut olarak 2 ay olmuş, eğitim safhasını da katınca 4 aylık istanbullu oluveriyorum.

Çalışırken yaşanacak yer değil istanbul, bunu anladım bir şekilde karmaşasına alıyor seni, dinlenmek istediğin zamanlardan sonra bile yorgun buluyorsun kendini. Jelatin söylediğinde kızmıştım istanbulu sevmediği için, haksız değilmiş hani.

Ama öyle bir yanı var ki, bütün her şeyine rağmen kalbim sıcacık istanbula karşı, her defasında beni heyecanlandıran bi yanı var.

Haftasonu ankara yolları taştan, cumartesi gecesi arkadaşın doğum günü için fasıla gidiyoruz, meze diye bir yere. Gitmeyeli çok olmuştu mısır apartmanındaki pera palası saymazsam.

Hayatın gerçekten ne olduğunu unutuyormuşum gibime geliyor bazen..

10 Ekim 2010 Pazar

Baksana talihe mal verir kimine, seni vermiş benim gibi birine..

Yatağına uzandı, karanlığın içinde telefonunun ışığına takıldı gözleri. O karanlıkta tavana dikildi aynı gözler, boş boş baktı. Geçirdiği muhteşem haftasonunu düşündü. Sırtüstü yatıyordu, teninde sevdiğinin izleri vardı, herbir küçük hamlesi yer etmişti bedeninde. Uzaklardı birbirlerine, o izlere her baktığında sevgilisini hatırlıyor, gülümsüyordu. Hangi ara bu kadar aşık, sevgi dolu olduğunu, bu kadar değiştiğini hatırlayamadı. Yemeğini paylaşmaktan nefret ederken, kendi elleriyle yemek yedirdiği sevgilisini düşündü, bunca zaman sadece ben ben demişken, ona "biz" kelimesinin anlamını öğreten adamı düşündü. İkisinin de çok kalabalıktı geçmişleri, birbirlerine çok geç kalmışlardı nedensiz.. Hep ıskalamış, doğruyu hiç tutturamamışlardı yıllar boyu, birbirlerini bulunca fark etmişler "doğru"nun gerçekten var olduğunu.

Yatağında uzanmışken kendi bedenine dokundu, en ufak dokunuşlarla bile yanıyordu canı, ama sevgilinin bıraktığı acı bile öyle tatlıydı ki gülümsedi, en içinden taa derinden gülümsedi. Sevgilisi yanında yatıyor olsaydı, gözlerinin pırıl pırıl olduğunu söylerdi.

Kız da ona dönüp bi önceki gün otel odasında söylediğini tekrar ederdi "sen benim günlük gazetem, haftalık penguenim, aylık dergim, yıllık ntv almanağımsın"

Öyle çok sevdim ki seni sevgilim..

6 Ekim 2010 Çarşamba

tek satır

soğuk havalar beni mutsuz ediyor.

28 Eylül 2010 Salı

Saltanatım son bulmuş, haberim yok!

Zaman evvel ya üniversitede ya dershanede bi hocam kadının özgürlüğünün evlenince başladığını, erkeğinkinin ise bittiğini söylemişti.

Yine de baba evinden çıkmak özgürlük getirse de kadın için, iç burkucu oluyor bazen. Babamla çoğu konuda uyuşan bi insan değilim, modern görünümünün altında yatan muhafazakar adam korkutur beni yer yer ama onun boyunduruğundan çıkmış olmak demek, onu özlememek asla değil.

Benim canım babam her banyo sonrası hararetle dolup taştığımı bilir, ne zaman banyo yapsam hemen çıkınca sıhhatler olsun der, elime kocaman bir bardak suyu tutuşturuverirdi, banyodan çıkıp pamuklar gibi bornozuma sarılmışken ne 25 yaşındaki kucağına alıp öpecek bi annem var, ne de bi bardak su verecek babam.

Ailemin prensesiydim, şimdi kendime kaldım.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Daha kaç hikayeye tanık olmalı?

Kendime ait olmayan bi evde, kendime ait olmayan bi yataktayım. Önümüzdeki bikaç ay daha burda misafirim, sonrasında başka bir yerde ve belki tekrar buraya dönüş. En sonunda kendime ait bir evin olacağını bilmek düşüncesi rahatlatıyor beni, misafirler, yemek pişirmeler, sakince odaya kapanmalar.. Hepsi ama hepsi beni bekliyor.

Bu kadar yabancı hissederken, neden bilmem karşı apartmandaki adamın da aynısını hissettiğini düşünüyorum. Onu buraya ilk taşındığımda fark ettim, sadece odası görünüyor. Küçücük bi kısmını görüyorum odanın..belki de hepsi o kadar bilmiyorum. İlk gördüğüm gün saatlerce bilgisayarın başında durmuştu, bürositin üzerinde videolar izleyip kahkahalar atmış, mozart ve beethoven arasında gidip gelirken kendini bir orkestra şefi tadında ordan oraya savurmuştu. Sigarası ve kahvesi elinde hiç düşmüyordu, yerinden kalktığı nadir zamanlarda kupası eline hemencecik yapışıverirdi.

Ferzan özpetek'in karşı penceresi geliyor aklıma, gülümsüyorum. Sadece gövdesini gördüğüm bu adamın hayatına olan merakım şaşırtıyor beni. İlk başta tekerlekli sandalyede sanmıştım,o ihtimali halamla çökerttik. Şimdi canım gidip ona neden evden çıkmadığını sormak istiyor, bana ne ki diyorum.

kendi hayatımı bitirmişim sanki, merakım başkasına..

24 Eylül 2010 Cuma

Sana değdiğinden beri ellerim..

Sevgilim, kalbim, erkeğim, ruhum, her her şeyim. Bütün geceyi sabaha zor getirip sonsuz gözyaşlarından, sessiz telefon konuşmalarından, ayrılığı akla düşürmelerden sonra birlikteyiz.

Uzun uzun konuşup tatlıya bağlarız, yine her şeyin güzel olacağına inanır, artan bi sevgi ve bağlılıkla yolumuza devam ederiz sevgili.

Seni üzdüğüm an, sesini kötü duyduğum an önce durgunlaşıyorum, sonra burnumda bir sızı oluyor, sanki acı biber yemişim de yanıyorum gibi, hemen peşine gözlerim doluyor, yutkunuyorum. Nokta. Birkaç damla gözyaşı inadına mesken ediyor gözlerimi, süzülmüyorlar yanaklarımdan, içime doluyor gözyaşlarım.

ah sevgili, seni üzmemenin formülünü bulmayı isterdim aslında, ama böyle tutkulu işte seni sevişim..sert biraz, fazla haşin, çok, beklenmedik ve dengesiz biraz.

Ama en başından beri böyle sevdim seni, hep de böyle sevmeye devam edeceğim.

Always yours.

23 Eylül 2010 Perşembe

Sızı

Kalbimde bi sızı var, öyle ince filan da değil..öyle keskin ki kalbimi kesiyor sanki. Gözlerim doluyor istemsiz, çok sevmenin bedeli öyle ağır ki..ne kadar seviyorsan o kadar çabuk üzülüyorsun. Sevmek dediğin o koruma kalkanlarını altüst ediyor, bi adamın dünyanın taa içine gelip yerleşmesine izin veriyorsun, sen de onun dünyasına geçiyorsun. öyle iyi tanıyorsunuz ki birbirinizi beklentileriniz de öylesi yüksek oluyor. Gözün kararıyor sonra uzun süre, hiç "ya farklıysak" ihtimalini düşünmüyorsun, sevince farklarını da seviyorsun.

Zaman içinde görmezden geldiğin o farklar ortaya çıkıyor birbir, o zaman anlıyorsun birini olduğu gibi değil ancak onu değiştirebilirsen seveceğini. Çocukken bu masalları bize kim anlattı bilmiyorum, anlatana kızmak da çare değil körü körüne o masallara inanan bizlerde kabahat.

samimiyetime, içtenliğime inanan o adamın neden şimdi beni böyle kabullenemediğini anlamıyorum, içtenliğimi sadece ona göstermemi isteyişi bencilik değilse, gerçekten tüm ilişkiler böyle mi yaşanıyor?

Kendime not

Özünü teoride anlayıp pratikte uygulayamadığım şeyler var.

Sonunun beklediğim gibi olmamasından korktuğum bi masalım var.

Sözünü dinlemek istediğim bi adam, içimdeyse hala korkup kaçan bi kız var.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Uzak ara hikayeler biriktirdim ben

Artık ne meslekle uğraştığımı söylüyorum, bankacı oldum. Karşı çıkıp asla yapmam dediğim, yer yer küçümsediğim mesleğin aslında hiç de kolay olmadığını görecek kadar deneyim kazandığımdan rahatça söyleyebilirim. Gerçi tam "bankacı" oldum diyebilmek için piyasada minimum 2 sene geçirmek gerekiyor, benim 1.5 aylık tecrübem pek de bir anlam ifade etmiyor işin aslı.

İstanbula taşınıp 2 ay dedemanda kaldıktan sonra sevgili otelim hakkımı verip beni elite ve plus üye yapıvermiş, takdirler bankama tabii. ağustosun başından beri halamlarda kalıyorum, ne tam yerleşik hal aldım ne de misafir gibiyim, valizimi her toplayışım aklıma "yine mi taşınıyorum" sorusunu getiriyor.haftaiçi halamlar burda olmuyor, haftasonları da ben..pek sık görüşemiyoruz. Kasımda koşuyoluna taşınıyorum işyerime yakın diye, bir süre de teyzemlerin yanında oturduktan sonra nisan gibi sevgilimi askere yollayıp eve çıkmak niyetindeyim.

Bu zaman içinde internetsiz kaldım, internet bağlandı derken bilgisayarım bozuldu. kendi evini bırakıp başka bi şehre, yeni bi hayata geçince böyle oluyor işte..uzaklaştığını bi anda anlamıyorsun, zamanla küçük şeyler çıkıyor karşına..bilgisayarcını arayıp kapına kadar gelip bakmasını söyleyemiyorsun çünkü 600 km var arada..

Yine de her şeyiyle öyle güzel ki istanbul.

Spor salonuna yazıldım sonunda, 2 aylık bir üyelikle başladım nerde yaşayacağım belli olmaz diye, şimdilik iyi gidiyor, fitness maceralarını ve sevgili personal trainerım tunç'u başka zaman anlatırım.

İşbaşı zamanı!

Oh nasıl da özlemişim şu satırları..

12 Eylül 2010 Pazar

Bil ki sevgilim sonu yoktur bu sevginin..

Bayram sonrası, pazartesi. Beklenen referandum ve amerika maçı sonuçlarından sonra güne başlamak. Yarı kapalı bir havanın getirdiği "ne giysem dengesizliği" ve mutsuz son.

İstanbul sefasını sürene güzel gerçekten, yapacak tonlarca şey, gezecek milyonlarca yer var, öteki türlü debdebesi çekilecek dert değil.

Halamlarda oturduğum için işyerimle arasında birazcık mesafe kopukluğu var, önce yürüyorum sonra dolmuşla metrobüse gelip işyerine metrobüsle geçiyorum, teyzemlerde otursam 15 dakikalık yürüme mesafesine geçmiş olurdum...

yakınlık uzaklık mesele değil de, ev üstüne ev kurulmuyor işte, ankaraya gittim kendi evime yabancıydım 3 ayda, burdakilere zaten yabancıyım. Sıfırdan bir ev düzeni kurmak ne kadar sürer ki?

Kasım gibi teyzemlere taşınmayı, nisanda da artık eve çıkmayı planlıyorum. Böyle taşınmalar, göçmeler, geçici süre bir yerde yaşamalar geriyor beni istiyorum ki düzenim olsun, istiyorum ki bu hayat benim diyeyim. Hangi hayata ait olduğumu bilmediğimden sürekli arada kalmış, sıkışmış hissediyorum.

Tatlı bir mutsuzluk hali var üstümde, neyse ki "onu" düşününce geçiyor.

Home where i wanted to grow

Günaydın sevgili blog,

İhmal edildin son zamanlarda ama hepsi mutluluktan. Hani bi an bile fırsat bulup yazamamaktan, ya da belki de anlatacak çok şeyim olmasından.

eğitimi bitirip işe başlayalı bir ay oldu, 3 aydır istanbulda yaşayan biri olup çıkıverdim. Hala misafir gibiyim, bi akşam bi akraba, başka akşam arkadaşlar, haftasonu kahvaltıları filan derken burda yaşamaktan ziyade misafir olduğuma inanıyorum.

mt grubundan arkadaşlarla birkaç günlüğüne sapanca kaçamağı yapalım dedik, sevgili geldi ankaradan, istanbulda işyerimin kapısında buluştuk. Kocaman sarıldık birbirimize, sonra elele eve gittik, valizimi toplayıp çıktık yola. Kocaman bir jipin içinde arkayı dörtleyerek gittik.
Sapanca 1 saatlik yolken trafik yüzünden 4 saate gittik, hep güldük. akşamına mangal yaptık, kahvaltı, oyunlar, havuz, sevgilinin koynunda uyuma derken 2 gün bitiverdi, şimdi ankarada, aile ortamındayım. Teyzemler burda, dayımlar gelmiş, bayram kalabalığı. Annemin büyük teyzesinin dizine yatıyorum, saçlarımı okşuyor, kendimi dinliyorum ondan, bana çocukluğumu anlatıyor. Melek olduğumu, beni alanın el üstünde taşıyacağından bahsediyor, sevgilimi düşünüyorum, bi an bile tereddütüm olmuyor.

Saçlarımı koklayıp öpüyor, o kırış kırış elleriyle masaj yapıyor sırtıma, omuzlarımı ovalıyor. Aile ortamında sevilmeyi özlemişim. Kucağında uyuyakalıyorum, hemen dünyalar tatlısı bir rüya görüp sevgiliye kavuşuyorum. Onu rüyamda görünce öyle huzurlu uyanıyorum ki, yüzümde gülümsemeyle uyanmak diye bir şey varmış, onunla öğrendim.

7 Eylül 2010 Salı

süprizi beklemesi bile güzel

uzak değil birkaç ay öncesi, eğitim zamanı dedeman'da kaldığım zamanlar. otel telefonundan sevgili arıyor, otel adresine kargolar geliyor. Çıkmama yakın zamanlarda bir mektup bekliyorum, gelmiyor. İşe başlayıp bir ayı deviriyorum, mektup hala yok.

Marmaristen dünyalar güzeli bir hatun kişi mektup yazmış, o kadar içli yazmış olacak ki mektup bana ulaşmadan kayboluveriyor.

Pes etmek yok, ikincisini yazıp iş adresime gönderiyor, gözüm yolda beklediğim halde birkaç hafta veriyorum gelmesi için. Gönderdim mektubu dedikten birgün sonra işyerinde bir görevli "sinem hnm kimdi?" diyor, adımı telaffuz eden adama, sonra da elindeki kırmızı mavi şeritli zarfa bakıyorum. Şaşkınlığım aşikar, adam da fark ediyor "ee aps farkı" diyor, gülüyoruz. Zarfı açıyorum hemen, neden bilmem heyecandan ellerim titriyor, sadece siyah pilot kalemde yazılmış satırlar görüyorum, gözüm okumuyor. Çekmeceme kaldırıp kitliyorum, sanki ilk aşkını günlüğüne yazan ortaokul çocuğu gibiyim.

İşten çıkarken yanıma alıyorum mektubu, hemen okumaya başlıyorum yürürken, herkesin baktığını hissediyorum, ama inatla orda okumak istiyorum. Duruyorum, yanımdan arabalar geçiyor, birkaçı korna çalıyor, umursamıyorum. İki sayfa önlü arkalı kağıt, gözlerim doluyor herbir satırında. Beni öyle iyi tanıyor, öyle akıllıca cümleler kuruyor ki kim olduğumu, ne için istanbula gittiğimi hatırlatıyor. Kağıdın üzerine birkaç damla gözyaşı akıtıyorum istemsiz, bana ankarayı özletiyor, sırf orda olduğu için özlediğimi fark ediyorum.

Hayatta insanın böyle bi insanı tanımış olması, bunca zaman hayatında kalmış olması öyle büyük şans ki.

Mektupları, en ufak iki satırlık yazıları bile çok severim. birkaç gün önce işyerinde masama "süpermen çabuk işine dön" diye bir kağıt bırakmışlar, çok mutlu oldum.
.
diyeceğim o ki iki sayfalık bir mektup, ancak bu kadar mutlu edebilirdi..

22 Ağustos 2010 Pazar

Sabır taşı çatladı artık olamaz seni benim elimden kimse alamaz biz ikimiz bal kaymak gibiyiz

Cumartesiyi pazara bağlayan gece, sabahın/gecenin üç buçuğu, ankarada hava serin mi serin. Otobüsten iniyorum, yanımda sadece ufacık bi kol çantası, içine son anda tıkıştırılmış o çok sevdiği beyaz elbisem, yedek tshirtüm diş fırçam ve beni evinde ağırlayacak olan arkadaşına aldığım hediye var.

Otobüs yanaşıyor, onu görüyorum o saatte beni bekleyen adamın kucağına atlamak için sabırsızlanıyorum. Hemen iniyorum otobüsen, boynuna dolandığım gibi en şımarık halimle "ben geldimm" diyorum gözlerinin içine baka baka, "hoşgeldin" diyor. Elimden tuttuğu gibi arabaya gidiyoruz. Gün içinde olan aksilikleri plan değişikliklerini anlatıyor bana. Ben arkadaşının evinde kalırız sanırken bi anda otelde kalacağımızı öğreniyorum, onunla otelde kalmaya alıştım ama ankarada bi otelde kalacağımızı hiç düşünmemiştim. Abuk bi saatte giriş yapıyoruz otele, uyuyoruz, uyanıyoruz, onun öpmesiyle uyanıyorum daha bi hafta önce yanımda yatan adamı nasıl bu kadar özlediğimi almıyor aklım.

Sabah kahvaltısına incek'teki o yeni keşfine götürüyor beni, elleriyle yediriyor, çayımı koyuyor. Bana ankarayı özleten adamın ellerini öpüyorum, ona bakarken gözlerim doluyor.

Hiç olmaz dediğim tanıdıklara rastlıyorum, artık evim neresi bilmiyorum. Ankara'da dışarı çıkınca tanıdık görmek, istanbul'da görmek bana aitliğimi yitirmişim gibi hissettiriyor.

Kahvaltıdan sonra eve gelip pinekliyoruz, belgesel bakıyor, arapça trt'ye kendimizce dublaj yapıyoruz, gülüyoruz..sanki hayatta başka hiçbişi yapmasak olurmuş gibi.

Akşam yemeğinde park caddesi kıtırda alıyoruz soluğu, özlemişim gibi hissediyorum ankaranın düzenini, yine de istanbulda yaşamak hayalimi gerçekleştiriyorum. Yemekte de yakın bi arkadaşa rastlıyorum, sonsuz sarılıyor bana, bi bırakıp tekrar tekrar sarılıyor, özlediklerimin yanında olmak öyle güzel ki.

Akşam sinemaya gidiyoruz sevgiliyle, otobüs gece bir buçukta, filmde ikimiz de uyuklama modundayız, en arka koltuklara kuruluyoruz, elele A takımını izleyip ara sıra kestiriyoruz.

İnanılmaz bi hüzün var onda, gitmek öyle zor ki..ona defalarca anlatıyorum yakın olduğumuzu, o hüzün bir türlü gitmiyor gözlerinden. Üzülmesine dayanamıyorum, ama elimden bişi gelmiyor.saatlerce bakıyor bana, izliyor, yüz hatlarımın üstünden geçiyor tek tek sanki ezberlemeye çalışır gibi.

Önümüzdeki ayların buluşmalarından bahsediyoruz, eylülde bayram var iki gün sapancaya kaçar sonra birlikte ankaraya döneriz diyoruz, ekimde bi o gelir bi ben giderim, sonrası kasım zaten upuzuuun bi bayram var..aralık ocak şubar mart derken o nisanda askere gidiyor zaten. Sonra 5 ay öyle yokum önümüzde bişi kalmadı ki diyor, gülüyorum.

Zaman çok çabuk geçiyor bense onla olan her dakikamın kıymetini biliyorum.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Seven ne yapmaz

Seven insanın bünyesi, motivasyonu başka oluyor. Yalnızken başkalarından dinlediğin sevgili hikayelerine burun kıvırırken, yapılan fedakarlıkları anlamsız bulup kendi varlığını en üstün sanırken, sevmeye başlayınca bi anda tükürdüğünü yalıyorsun. Bütün o "büyük konuşma" lafları da burdan çıkıyor zaten.
yine de insan kendiyle çelişmekte on numara, neyi yapmam derse yapar buluyor kendini.

Eskiden birisi deseydi ki "sevgilimi çok özledim günübirlik şehirdışına gidip göreceğim onu" sadece gülerdim, hatta üstüne "mal mısın be o kadar yol çekilir mi?" bile derdim. Şimdi saat 2.44te zifiri karanlık içinde yoldayken sevgili ile bi kahvaltı ve beraber geçecek gün içln yanına gidiyorum. Artık dışardan insanların benim konuşmalarıma burun kıvırdığı, yaptığımı anlamaz olduğu noktadayım... böylesi de güzelmiş.

Her ne yapıyor olursam olayım, hayatta illa ki yaptığımı anlayan biri çıkıyor, yaşadığımın bir örneğini çevremde illa ki buluyorum, işler daha da kolaylaşıyor.

Sevgiliye kavuşmaya 20 dakika filan kaldı, yüzüme yerleşecek koccaman bi gülümseme var, hazırlanmalıyım.

19 Ağustos 2010 Perşembe

#99

Hayat kaç bölümden ibaret bilmiyorum, çalışan kesime geçince bunun öğrencilik, iş ve emeklilik olduğunu düşünüyorsunuz ister istemez. Ben de tam ortasındayım bu üçlünün. Hayat bir yerden sonra tekrara sarıyor, artık ne "işe giderken ne giysem"lerin önemi kalıyor, ne de "işten sonra ne yapsam"ların. Bir şekilde su yolunu buluyor, giydiğin kıyafetler tekrar ediyor, akşam yaptıkların, gördüğün kişiler aynılaşıyor. Herkesin "çok bunaldım" "hayatım çok rutin" tripleri de bundan. keşke değişiklik olsun diye işe 5 saat geç gidebilseydik arada bi, ama olmuyor. İş ayrı bir düzen zaten, bilgisayarının başından iki dakika çiş molası diye niyetlenip kalksan, pekçok şeyin değiştiğıini görebilirsin.
Böylesi hayatlarla nasıl başa çıkmalı, ya da çıkmaya gerek var mı bilmiyorum.. Bu işin de kendi içinde bi dengesi var illa ki ama çözebilene aşk olsun..

17 Ağustos 2010 Salı

Way back into love

nazara inanan biri değilim, öyle bağnaz hareketlerim olmadı hiç. Herkesi kendim gibi bildiğimden sandım ki insanlar kim olursa olsun her daim mutluluğumuzu isterler. Aşırı mutluysak koruma başlığı altında bunu baltalamaya çalışacakları hiç aklıma gelmemişti.

Mutlu olmanın ne olduğunu, olumlu bişi olduğunu unutmuş sanki çevremdekiler.. O yüzden coşkuyla bişi anlattığım zaman "fazla kaptırmadın mı?" oluyor, kaptırdım evet, o adamı sevmeye kaptırdım, ama yanında ne kadar mutlu olduğumu herkes görüyorsa, biz birlikte mutluysak, bu kendimizi kaptırmayı aklımızla da kalbimizle de doğruladıysak başkalarına hesap vermek neden olsun?

ne kadar samimi olursan ol, ailen canın kanın olsa da insan yalnız işte. Ne yaşarsa sadece kendi yaşıyor, sevgiliyle mutlu olduğumu bunu yaşayanlardan başka kim bilebilir ki? Anlatmaya çalışmak bile yersizmiş..

böyle bi burukluk var üzerimde, nerden peydah olduğunu öğrenemedim henüz bu hissin ama yakında geçecektir eminim.

Bu akşam tek başıma sinemaya gidesim var, yalnız olmaktan zevk aldığımı göstermeliyim kendime.

Bir de istanbula taşınmadan söz vermiştim kendime, işte ne kadar yorulursam yorulayım direk eve gelip tv karşısında sızan biri asla olmayacağım diye.. O yüzden her akşam yazılabileceğim bi spor bulmalıyım kendime. Haftanın 5 günü pilates yapabilmeli, bununla gurur duyabilmeliyim olmayan düzenimin içinde.

Hayatıma dışardan, başkasının gözünden bakabilsem keşke azcık.

Tuesday mornin depression.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Acılarla besleniyoruz, mutluyken üretemiyoruz..

Yazmıyorum, yazamıyorum... yaşadıklarım hiç gerçek gibi gelmiyor, susup kendime saklıyorum hepsini.

Her şarkıda yüzümü gülümseten bi adamı seviyorum, beni sonunda romantik yapabilen bi adamı, yanında gözlerimin dolduğu, yatağın bi yanını hep o varmış gibi boş bıraktığım bi adamı işte. Birlikte saatlerce belgesel izlediğim, her şeyimi anlattığım, en en büyük hayalimi söylediğim, bi cümlesine mutluluktan ağladığım, yanında olmaktan sonsuz gurur duyduğum bi adamı, onu ankaraya yollarken servisi gider gitmez dizlerimin üstüne çöküp sokak ortasında arkasından ağladığım adamı seviyorum ben.

İlk kez birini sevdiğimi fark ediyorum, bencilliğimi bıraktığımı, sırf onu bi kere gülümsetebilmek için çok şeyler yapacağımı biliyorum. Ona sıkıca sarılıyorum tüm sevgim hislerim geçsin diye yetmiyor ki anlatmaya..artık tanımlayamıyorum hissettiğimin ne olduğunu ama sonuna kadar onunla olmak istediğimi biliyorum, her dem böyle taze, süprizlerle dolu bi aşkın içinde, gece yatarken, sabah uyanınca onun yanımda olması hayaliyle yaşıyorum.

Öncesinde çok şey yaşadık, ikimiz de..bi seneyi aldı yolumuzu bulmamız ama sonunda bulduk. Bana ankarayı en güzel şehirmiş gibi gösteren adamı çok seviyorum.

10 Ağustos 2010 Salı

Ömrümün yarısıymış

İş hayatına gerçekten adım atmak yeni bir hayata başlamak demek, sabahları erkenden uyanmakla başlıyor, işyeri önündeki simitçilerle kanka olmakla devam ediyor, akşam otobüsteki tonlarca yorgun suratın arkasında yatan nedene ortaklık etmekle son buluyor.

Çalışmak, öğrenmek güzel, biraz tedirginlik edici, azcık da zihin yorgunluğu ama yine de güzel. Masama oturdum dün, bomboş ve kocaman bir masa, bürositi kırmızı kendisi koyu gri. Önce kırtasiye işlerini hallettim, masamda tray bile yoktu. Sonra çalışanlardan biri mavi ve turuncu iki tray getirip "hani çok renklisin ya, bu renkler masana yakışır" dedi. Kim olduğumu saklayamadığımı fark ettim, ne kadar iş hayatı artık ciddi olmam lazım desem de, renklerimden gram ödün vermediğime sevindim.

dün masamda sakin sakin otururken bi adam çıktı üst kata, adımı soyadımı söyledi "benim" diye seslendim çekingen bir tavırla, elindeki çiçeklere baktım. Bir kağıda imza atıverdim, "7 tane tomurcuk beyaz güle ve ortasındaki orkidelere" daldım, içinden bir kart çıktı, açtım okudum, gözlerim doldu, ellerim titredi heyecandan... Sevgili göndermiş meğer, diyor ki "hayatının yeni bir dönüm noktası olan iş hayatında başarılar diliyorum ve her zaman olduğu gibi burada da yanında olduğumu bilmeni istiyorum" altında adı soyadı vardı, ilk tepkim o soyadını taşımaktan ne kadar gurur duyacağımdı.

Çiçekleri masama koydum koklaya koklaya, ortasında simli kırmızı kalbe dokundum. aramızda 500 km yoktu, sevdiğim adam her an yanıbaşımdaydı.

Çiçekçiyi ilk gördüğümde annemlerdir sandım, ancak aile böylesi bi jest yapar gibime gelmişti, o an fark ettim sevgilinin de benim için çoktan aile olduğunu.

"seni buldum,
Arıyordum
Kaybetmem bi daha" demiş redd.

Bu mail Nokia E71 ile gönderilmiştir.

8 Ağustos 2010 Pazar

Yıkadı günahlarımdan beni masumiyeti cennetten gelen bir melekti sanki..

Zamanın ne kadar hızlı geçtiğine kendi hayatımla tanıklık ediyorum. Mayısın ortalarında sıklaşan istanbul ziyaretlerim, sevgiliyle sorunlu olan dönemde dodonun evinde huzuru buluşum. Ne hayatımın yönünü biliyordum, ne de ne yapmak istediğimi. Sanki nasıl biri olduğumu da bilmiyor öyle askıda salınıyordum zoraki. Sonra kilitli noktaları birbir açılmaya başladı hayatımın, önce iş oldu haliyle istanbula taşınmak gerekti, vedalar edilirken sevgiliyle barışıldı, dileklerim bi anda kabul oldu. Apar topar bi toplanmanın sonunda iki otel değiştirip kendimin olmayan bi hayatı yaşadım, her şeyimi karşılayan işyerim beni el üstünde tutup eğitti, tanıştığıma çok memnun olduğum arkadaşlar çıkardı karşıma. arada sevgili geldi yanıma, benimle kaldı otelde, yanında uyuyup uyanırken, onunla birlikte olduğum için sonsuz mutluyken hayatımı geçirmek istediğim adamı bulduğumu fark ettim, birinci yılımızı kutladık. Aradan birkaç hafta geçti, haftasonu yine geliyor, bu sefer başka bir otele geçiyoruz birlikte. Bir süre için evimiz oteller olacak, ama çok yakında kendi evimizde birlikte olacağız.

Pazar günü doğum günüm, hayatımın dönüm noktası bu son bi sene, belki de zorlu geçen ama en güzel senesi. O yüzden her şeyi kutluyorum sırf doğumumu değil.

Haftasonu yazlık kaçamağından sonra en nihayetinde denize girmişken tatili bırakıp istanbula dönüyor olmak, istanbula evim demek öyle güzel ki..

İstanbul'a aşık olduğumu söylemiş miydim?

3 Ağustos 2010 Salı

korkuyorum ki bazen..

i don't know how to love you. 

times like these times like those

gözlerim kapanıyor, banyodan çıkalı oldu biraz, saçlarım ıslak ıslak canım kahve çekti diye starbucksa indim hemen otelin altındaki. bi otel odasında kalıyor olmanın en kötü yanı, canın istediğinde istediğin ayarda bir kahve yapamıyor olman olabilir. regl halinde aşermesi tavan yapan biri olarak starbucks bu kadar yakınımda ve elimin altında diye dua ederek çıktım odadan. saat 9 buçukta kapanmış bir starbucksa denk gelmek onu starfaks diye nitelendirmek için yetti de arttı. neden o kadar erken kapandıklarını anlamadım. hayal kırıklığı içinde odaya çıktım, yazıyorum bu satırları. yanımda sidikten beter renkte bir light ice tea limon, sıcak haliyle iştahımı kapıyor.

gözlerimi kapayarak uzanıyorum yatağın üzerine. neden her defasında sessiz kalınca daha çok düşündüğümü merak ediyorum? dinlenmek için uzanmışken, beynimi kurcalıyor olmak ironik değil mi?

gözlerim kapanıyor arasıra, eskiden kendimi bulutların üzerinde görürdüm, bulutlar üzerinde yürünesi gelirdi, ayrı bir krallıktı orası sonra fizik öğrenmeye başlayınca hayaller suya düştü. hala çocuk gibi uçağa her bindiğimde camı  açıp bulutları elleyesim gelir. bugün istemsiz bir şekilde kendimi peluş oyuncaklar tarlasında buldum. ayağımı attığım her yerde peluş oyuncaklar varmış güya, kocamanları da küçükleri de içinde. öyle mutluyum ki gözlerimi kapadığım an. eskiden fame city'ye götürürdü annemler beni, top havuzuna koyarlardı ve saatlerce oynardım onun gibi adeta, her yer oyuncak dolu, hepsi de birbirinden sevimli. valiz toplamam gerekmeseydi açar bir iki animasyon izlerim hiç şüphesiz.

izlemek demişken, herkes inception'a hasta olmuş, bense izlemek için sevgiliye kavuşmayı bekliyorum. doğum günüm haftaya pazar, kutlarken onun da yanımda olma ihtimali hoşuma gidiyor, en güzel anımda yanımda olduğunu bilmek, geçen sene ayrı olduğumuz zamanı bu şekilde telafi edebilme ihtimalimiz hoşuma gidiyor. dün güzel bi tartışma yaşadık, eskiden  olsaydı tartışmayı kavga sanar, her şeyin sona erdiğini düşünüp üzülürdüm, bi haller oldu bana, hem bi ilişkiyi yönetmeyi öğrendim, hem kendimi tanıdım ve tanıyorum hem de bi' şeylerin artık ne demek olduğunu öğreniyorum.

öğrenmek demişken, az sonra son iki gündür aldığım eğitimle ilgili birkaç satır karalamak istiyorum, konu dağılmasın diye susuyorum şimdilik.

1 Ağustos 2010 Pazar

dokunduğum hiçbir ten senin gibi kokmuyor

bugün tam bir eskiler günüydü, şimdi şimdi anlıyorum beni bu saatte ayakta uykusuz tutanın ne olduğunu. zihnimde dolanan tilkilerin, huzursuzluk çıkaran her bir sebebin nerden peydah olduğunu şimdi anlıyorum. uzun zaman sonra aile fertleri içine girmek, arada kalmış hayatıma özlem eklemek, hasta ziyareti, arkadaş evi..yalnız kalmak.

telefonumu kapadım, bir saniye bile çalmasına tahammülüm yok bu akşam, sonsuz yazılar yazasım var, parmaklarımın tıkırtısına kendimi kaptırıp zihnimin sustuğunu duymak istiyorum olmuyor. üç gündür çok fazla düşünmüşüm, patlaması pazar gecesi 12de geliyor. iki elimin arasına sıkıştırıyorum başımı, hafifçe sıkıştırıyorum, ı ıh geçmiyor o ağrı. karnımda daha şiddetlisi. kendi kendine de kapris yapamıyor insan. boş odada deliler gibi düşün dur şimdi işin yoksa. cuma akşam, kuzenin sevgilisinin doğum günü, o ortamda eskiden iyi anlaştığım şimdiyse sırf sevgilim var diye benimle konuşmayan biri, ona sonsuz hak verişim. kızlarla konuşmam sadece, masanın ucundan bana laf atan, benimle konuşmaya çalışan birine sırt çevirişim. en olgun ve ciddi tavrımı takınmaya çalışırken "masanın gülü" diye bana seslenen şarkıcı kadın, dansözün beni dansa kaldırması, o gece eve dönerken ne istediğimi bilmeyişim. sanki bi an bile yalnız kalmayı beceremeyen bi çocuk gibiyim. 

cumartesi akşam, eğitimden arkadaşlardan birinin doğum günü sebebiyle ortaköy house cafede alışımız soluğu,  yemeler içmeler eğlenmeler ve pasta kesmelerin üzerine "gece" eğlencesine katılamayışım. kalbimi en çok kıran  cümleyi o gece duyuyorum..
- s. niye gece gelmiyorsun?
- işte
- o mu kızıyor?
- kızmak değil, huzursuz oluyor. aramızda 500 km var, o çıksa ben de huzursuz olurum aklım kalır, o yüzden gelmiyorum.
- bi daha bana özgür kız ayakları yapma, hiç de özgür değilsin.

kendimi yeni bi hayatın başında bulmuştum oysa, en özgür hissettiğim zamanda yine mi tutsak göründüm dışarı? böyle olmasını ben tercih etmiştim oysa.. hayatın neresinde durursam durayım, yine de tatmin edemediklerim çıkıyor karşıma. ister istemez kırıcı oluyor duyduklarım, doğru olduğuna inandığım ne varsa, çevremdekiler tam o anda yanlışı yapıyor. ya ben dönülmez suçlar işliyorum, ya da dünya inadıma tersine dönüyor. 


bazen sevginin ne olduğunu bilmiyormuşum gibime geliyor..

nasıl bir sevmektir ki, "beni öldür öyle git, yaşamam için senin sevgine muhtacım" der?

özlediğim öyle çok şey var ki..


özlediğim tonlarca küçük şey var, otel odasında kalmak, özgür olmak herkese çok şahane bişimiş gibi gelse de bir yerden sonra sıkılıyor insan. her defasında kendine ait olmadığını bildiğin bir yeri sahiplenmeye çalışmak, ama odana hergün temizlemek için bir yabancının girdiğini bilerek çamaşırlarını ortalığa savurup gidememek var işin içinde.

her öğlen ve akşam dışarda yemek yemek, farklı restoranlar denemek başkalarına cazip gelse de ev yemeğini özlüyor insan, kendi elleriyle kurduğu sofranın tadına varmayı, yemekten sonra bulaşık olmasını özlüyor. hayatta bazı şeyler ancak tercihimse seviyorum, zoraki işler tarzım değil pek. otel odasında zorunlu kalıyorum, biliyorum ki ev hayatına geçince özleyeceğim ama o zamanlarda kendi isteğimle kalabilmeliyim. hep doyumsuzum, her zaman.

bugün sabah gözümü açtığım gibi teyzemlere kahvaltıya gitmeye karar verdim, aylık "sinir küpü dönemi"ne girdiğim için, ilgi bekler haldeydim, ne ailem yanımdaydı ne de kaprisimi çekecek dostlar, teyzemlerin beni görmekten sonsuz mutlu olacağını bile bile gittim sekizbin fahrenayt sıcağa aldırmadan. muhteşem bir kahvaltı, sohbet, teyzemle sevgiliden konuşmaca, evlilik, birlikte yaşama, iş hayatı derken bi anda hayatımın sonunu gördüm, çok korkutucuydu.

bazen yapmak istediğim fazla şey olduğunu fark ediyorum, önünde bulduğum engeller oluyor, bazense öyle durgun öyle amaçsız buluyorum ki kendimi, kendime şaşıyorum.

kadın kısmısı için regl zor bir hal, bünyenin iyice dengesizleştiğini göre göre kendine söz geçirememekse ayrı bir çile...üstüne de şahane deniz kenarı çöl sıcakları, değme keyfime gitsin.

saçma sapan hisler içinde geçti bugün, geçmek de bilmiyor hala, böyle telefonumu bi süre kapayıp hiç kimseye çaktırmadan bi süre kafa dinlesem, hiçbişi ya da hiç kimseyi düşünmesem öyle iyi gelirdi ki. kafamda milyonlarca tilki, plan delisi gibi sürekli kurcalıyorum.

ağustos ilk gününden mutsuz etti beni ama doğum  günüme 2 hafta kala, ağustosun benim ayım olduğunu itiraf ediyorum. geri kalan 30 günüm en şahane günlerim olacak, bu da kendi kendime not olsun!

27 Temmuz 2010 Salı

she's only happy in the sun


bu foto geçen senenin yazından kalma, tam 29 temmuzda çekildi, yani geçen sene sevgili ile birlikte olmaya başlamamızın ertesi gününden bi hatıra. onun gelemediği babylon'dan bir kare, bir elimde çilek/karpuz frozen, önümde dümdüz bir deniz, minderlerde deli gibi güneşlenip kitap okurken onu yanımda istediğim zamanlar.

zaman ne kadar çabuk geçiyor demeden edemiyorum ister istemez, bir saat 22 dakika kalmış kocaman bir seneyi doldurmamıza. ben hiç kimseyle bir seneyi beraber geçirmedim ki... ama oluyormuş, insanın hayatı bir yerde yoluna giriyormuş. sevgili varken eksik olan şeyler de var, aksilikler de inadına olmaya devam ediyor, hayat hiçbir zaman tam anlamıyla güzelleşmiyor ama yine de sevgilini varlığı dayanmak için bir güç oluyor illa ki.

sevgiliyle istanbuldan bahsediyordum, en son cumartesi gününü anlatıp sessizliğe gömülmüştüm, yorgun geçen gecenin ardından erkenden uykuya dalıp pazar sabahına ne kadar huzurlu uyandığımı söylemeyi unutmuşum. pazar sabahına kahvaltı planımı cihangir'de olması için tasarlamıştım. uyandık, hemen duş alıp hazırlandık, açlıktan guruldayan midelerimize cihangir'in sevimli susam sokağındaki susam cafede ziyafet çekmeyi düşünmüştük çünkü. beyaz elbisemi giydim tam yaz olsun diye altına da pembe topuklu ayakkabılarımı geçirdim boy farkımızı azaltmak için. beraber dişlerimizi fırçaladık yanyana, güldük, hayatımda hiçbi adamla birlikte diş fırçalamadım ben dedim, ben de dedi. aynada görüntümüze baktım, aramızda kocaman bi boy farkı vardı, sevgili 1.93lük adamdı bense 1.59luk kadın. saçlarımı düzleştirdim, o da kendi saçını yaptı. makyajımı yaparken geldi, kapıdan bana baktığını aynadan gördüm, noldu dedim, hiiç bakıyorum dedi, neye dedim, hiç rimel sürerken görmedim de, ona baktım dedi. öyle kalabalıktı ki geçmişi, inanamadım, şaşkın halde nasıl görmedin mümkün değil dedim, hiç ilgilenmedim ki görmemişim o yüzden dedi, kapıdan bakmaya devam etti, yüzünde hem şaşkın hem tatlı bi ifade vardı. sen işe böyle gidiyor musun dedi, nasıl dedim, böyle güzel dedi. tabii gidiyorum dedim, hatta aynen bu kıyafetle gittim bi kere dedim. ama bu işe giyilmez ki, böyle güzel olunmaz dedi, aynadan gülümsedim ona, hemen geldi sarıldı arkamdan, öptü beni, iyi ki giymişim topukluları dedim içimden, beni öpmesi için ilk kez parmak ucuma kalkmamış haldeydim...  yine ayrı ayrı çıktık otelden, o beni karşı kaldırımın köşesinde beklerken ona doğru yürüdüm. yanına gider gitmez tuttu elimden, öyle elele yürüdük, severken böyle mi olur bilmem, herkesin bize baktığını sanıyorum, ne kadar iyi bir çift olduğumuzu bu sevdalı halimizi algıladıklarını, o yüzden daha dikkatli baktıklarını düşünüyorum. yere değmeden havada yürüdüm sanki metroya kadar olan yolu, çok sıcaktı, iki kere ayağım burkuldu, sevgili her defasında düşmeden tutmak için yanımdaydı. metro merdivenlerinde sarılıp öpüştük, bu sefer o akbil bastı.. taksimden çıkıp cihangire yürüdük, susam'a varana kadar sıcaktan bezmişliğin son noktasına gelmiştik. içeri oturduk, her şeyin ikinci el görünümünde olduğu, dekorunda uyumsuzluğun uyumunun yakalandığı susam cafe'ye oturduk, hemen alaçatı kahvaltı söyledik bi tane, birlikte kahvaltı ettik, gazete okuduk, yan masamıza güven kıraç geldi her zamanki insan gibi insan haliyle, o sakince kahvaltısını ederken biz de kendimizin tadını çıkardık. beni elleriyle besledi, ekmeklere yağ/bal, kaymak/reçel sürerken oranın evimiz olduğunu hayal etmek yapabileceğim en keyifli şeydi. 

bazen kendimi bile tanıyamaz oluyorum onunlayken, asla yapmam dediklerim en severek yaptıklarım oluyor, huysuzluk çıkardığım yerler onun yanında uysallığa bırakıyor kendini. kendime başka geliyorum, şaşırıyor mu bilmem şu halime, ama ben kendime şaşırıyorum. 

uzakken, bu kadar sevdiğimi düşünmemiştim, yanıbaşımda canlı kanlı durunca, iki günü dolu dolu benimle geçirince anladım hayatımı onla geçirmek istediğimi. eskiden asla evlenmem diyen kızlardan biriydim, hayatta yapmak istediğim şeyler olduğunu söyler dururdum, sevgili dediğinin sadece bu istenen hayata engel olduğunu düşünürdüm, şimdi fark ediyorum gelecekte yapmak istediğim şeylerin onunla anlamlı olacağını. 

ben hiç bu kadar sevmemiştim..

#88


cumartesi sabahına çok güzel uyandık, gece uykumun arasında onu bulmayı, elimi attığım yerde yanıbaşımda bulmayı, uyku sersemi gözlerle onu izlemeyi özlemişim tatlı tatlı. hani derler ya uyuyan erkeği izlemesi keyiflidir diye, bi fark görmedim ben.. gündüz gözü nasıl sevimliyse sevgili gözüme, uykusunda da hiçbir şey değişmeden baktım ona, aynı gözlerle, hep çok severek...

sabahın 7sinde bir açtık gözümüzü, 8.30'da bir daha.. yatak oyunları, şımarıklıklar, özlenen diyaloglar, gözlerinin içine baka baka durmak sadece, o çok sevdiğim "ev" dediğim göğsüne yatmak, saçlarımı öpmesi, kokusunu içine çekene dek derin nefesler alması. bir adamı sevmek böyle bişimiş demek ki.. anlatırken bile yüze tebessüm oturan anlar bileşkesi...


yatakta oturup gazete okuduk beraber, odanın kapısına bırakılan hürriyetin saçma haberlerine takıldık, birlikte okuduk, evlilikle ilgili saçma bir testi çözdük yatağın ortasına oturup. o sordu, ben cevapladım, verdiğimiz cevapların aynı olduğunu bilmek güzeldi. evliliğin getireceklerinden korkmadık, onu kel kalsa da seveceğimi söyledim, horlarsan duymazdan gelirim dedim.. onu güldürebilmeyi sevdim. arkasından sarıldım, o yumuşacık sırtını öptüm, ensesinden öperken "ensene adımı yazdırsana dövme diye" dedim, gülümsedi olumlu olumlu, "her daim ensende olurum" dedim, beni kavradığı gibi öptü, yanyana uzandık, göz kapaklarımdan öperken "iyi ki sevmişim seni" dedi, onunla hayatın ne kadar güzel olduğunu düşündüm.

kalkıp açlığımızı dindirmek için kahvaltıya koyulduk, azcık yürüyüp otelin ilerisinde buluştuk, taksiye atladığımız gibi levent üzeri bebek yokuşuna ordan da hisara gittik, nar'da yiğit'in tabağını yedik, bol bol çay içtik. sanki ona ellerimle hazırlamışım gibiydi kahvaltı, evimizin bahçesinde sakince oturuyorduk, etafımızda kimse yoktu. konuştuk, masanın üstünden uzanıp elini tuttum, o da bana sersem sersem öpücük attı. konuştuk, güldük, kazıkazan oynadık, kazandıkça kazandım, en büyük kazancın onun yanımda olması olduğunu bilerek kazıdım her bir kartı. arada bir dalıp gittiğimde "noldu?" dedi, onu ne çok sevdiğimi düşündüğümü söyleyemedim. kahvaltının üzerine bebek sahilinde yürüyüş yaptık elele, o sıcak diye üstünü çıkardı, yanımda üstsüz halde şortla dolaşırken onunla tatilde olmayı özlediğimi fark ettim. ayağımızın altında beton değil de ılık kumlar olmalıydı, benim de üstüm ince olmalıydı, altımda bikini olmalıydı canımız istediğinde serin suya girebilmeliydik. yine de mutluyuz diyerek yürümeye devam ettik, bebek neroya gittik, içeceklerimizi alıp koltuğa kurulduk, birlikteyken deniz manzarasının umrumuzda olmamasına şaşırdım, çünkü sadece birbirimize bakıyorduk, dış dünyada ne olup bittiği pek umrumuzda değildi, bizbize yetiyorduk. o an fark ettim sevgimizin ne kadar büyük olduğunu.

sıcaklara dayanamayıp yine odaya döndük, uyuduk uyandık, birlikte olmanın tadını çıkardık ve akşam yemeği için taksimin yolunu tuttuk, bambide ıslak burger yedik, midpointte dodoyla buluştuk, terasta deniz görmeyen tek masada oturduk üçümüz, bir şişe şarabı sevgiliyle içtim, fotoğraf çektik, üniversiteden arkadaşlara rastladık. uzun bir akşamın üstüne istiklal kalabalığında meydana yürüyüp evlere dağıldık, metroyla otele döndük, inip o 15 dakikalık yürürken her defasında onu öpmek, yanımda olduğunu bilmek öyle bir güzellikti ki, hala o hissi içimde taşıyorum. odaya döner dönmez üstümü değişmeye binbir kere üşenir halde sızıverdim. yatarken ona mesaj atmak yerine yanıbaşımda duran dudaklarını tutkuyla öpmenin ve öyle iyi geceler demenin yerini hiçbir şey alamıyor ne yazık ki..

onu hangi ara bu kadar sevdiğimi o kadar merak ediyorum ki..

25 Temmuz 2010 Pazar

sevdim seni bir kere

her şeyin çok yoğun olduğu bir zamanın ardından, artık odamda tek başıma kalmışlıkla yazıyorum bu sefer. günlerden cuma, sevgili 13:30'da otobüse binip yanıma gelecekken çıkan aksilikler, ananesinin hastaneye kaldırılması, yanında olmayı isteyişim, mesafe... onun yanıma gelemeyişi, ağlamam, üzülmem, ankıroya gitmeyi teklif ettiğimde gelme deyişi bana. hıçkırarak ağlamam, iş arkadaşlarımın yanında surat asmam, kızların beni yatıştırması ve sonra bi mesaj "ya otobüse bindiysem" diye. yine ağlamak ama bu sefer mutluluktan. onu ne kadar sevdiğimi böyle zamanlarda daha iyi anlıyorum, "aşk bi dengesizlik işi" diyor ya o çok sevdiğim şarkıda, aynen öyle işte, bi anım sonsuz mutlu, iki saniye sonram çöküş ama yine de seviyorum, çok seviyorum.

cuma akşamı taksime gittim onu karşılamak için, servisin geleceği yere gidip eski bir binanın önüne oturdum, en alt basamağına, görevli gelip kaldırdı, neymiş efendim apartman sakinleri kızıyormuş. apartman olmuş yüzyıllık, önündeki yol desenaşınmış, ben de kıçımla mermer merdiveni aşındıracak değildim ama kalktım. yanımdaki orta yaşlı karı koca çift destek çıktılar,azcık lafladık. siz nereye gidiyorsunuz muhabbetleri yaptık, ben bekliyorum dedim. gitmek mi zor beklemek mi dedi kadın, beklemek tabii ki dedim. hele bir de sevdiğini bekliyorsan daha zordur dedi, gülümsedim. demek o kadar belli ediyorum diye düşündüm içimden.

onlar gidince tekrar mermer merdivene oturdum, önümden geçen iki adamdan biri telefonla konuştuğu halde dönüp laf attı, "ayakkabılar güzelmiş" dedi, sinirlenip sevgiliye mesaj gönderdim, sonra telefonu kurcalamaya başladım, dalmışım, tepemde dikilen sevgiliyi görmedim, hemen zıpladım yerimden, boynuna sarıldım, kokusunu özlediğim o adama sarıldım, sıkıca tuttu beni, ne güzel olmuşsun sen dedi, onun için olduğunu söyleyemedim. elimi tuttu, hani hiç sevmediği o hal var ya, elele dolaşmak, işte öyle ben sesimi çıkarmadan elimi tuttu, yürüdük. şişhane metrosuna gittik, elele en sevdiğim yerlerden ilkine gittik, mano burgerde hem dodo & gülş ve aslı triosunu gördük, hem de kuzen ve sevgilisini. yemek yedik, asmalıya uğradık her zamanki çılgın kalabalığı ve havasızlığı üstünde olan yerde dolandık, en sevdiğim ikinci yer paranteze götürdüm onu ama yer yoktu, yola koyulduk.. gizli keşfim "we"ye gittik, oturduk birer bira içtik, o varken bi birayla kafası güzel oldum ben, hep sevmekten. kulağıma fısıldadı, hadi çabuk iç de odaya gidelim dedi, o kadar özlemiştim ki, dünyanın en güzel cümlesiydi o an söylediği. yanında yatmayı, bana sarılmasını, uykumun arasında beni öpmesini özlemişim. hergün onu rüyamda görürken yanımda yattığı ilk akşam hiç rüya görmedim, ona söyledim "rüyaların gerçek oldu ya, artık görmene gerek kalmadı" dedi, güldüm.

cumartesi sabahı, bir sonraki yazıya..

22 Temmuz 2010 Perşembe

rüyalar görüldükçe güzelleşir

bilgisayar kucağımda yatağın üstüne kurulmuş oturuyorum, sıcak basıyor odanın içine, tam istanbul sıcağı, nefes aldığında iki göğsünün arasına düğüm olan cinsten. mayışıyorum, hafifçe kaykılıyorum oturduğum yerde, iki kişilik yatağa yayılmış vaziyetteyim, çarşafın o taze serinliği bile yetmiyor sıcak basmalara. çıplak bacağıma sıcak hava veren bilgisayar fanı iyice mayıştırıyor beni, uykuya dalıyorum bilincim yarı kapalı halde. rüyamda telefon melodimi duyuyorum, rüya görürken sesin rüyada olduğuna emin halde devam ediyorum uyumaya, arada bir ışık giriyor odanın içine. uykumda, ne kadar zamandır uyuduğumu düşünüyorum, düşünmekten yorgun düşüp uykumu derinleştiriyorum.

gözümü açıyorum, lenslerim hafif kuruluk yapmış, saatlerdir, günlerdir uyuyorum sanki hem terlemişim, hem huzur hakim bünyemde. içimde bi dinginlik. esnemek için kollarımı açıyorum, kolum yanımda olmaması gereken bir yere değiyor, teni benimkinden de sıcak bi adam, sırtı bana dönük. o kadar şaşırıyorum ki sesim bile çıkmıyor, otel odasına nasıl girdiğini anlamıyorum. sakin sakin seyrediyorum onu, hep olmasını istediğim gibi, yanımda uyuyor. uykumdaki huzuru onu görünce anlamlandırıyorum. uykusunda onu izlediğimi fark ediyor, gözleri kapalı dönüyor bana, neden gözünü açmadığını soruyorum, o anda açıyor gözlerini, gözlerimi açar açmaz seni görmek için diyor. kırmızı başlıklı kız masalındaki gibi. gülümsüyorum, o sabah tebessümünün yerini hiçbir şey alamaz. alnımdan öpüyor beni. sonra göz kapaklarımdan, gel buraya diyerek çekiyor kendine. sıcağa aldırış etmeden sarılıyoruz. çok aradım açmadın ama diyor, duymadım uyuyordum diyorum. biliyorum, otel görevlilerine kapıyı açtırmak zorunda kaldım binbir zahmetle diyor, otel görevlilerine kızıyorum onu koynuma soktukları için, sonra da seviniyorum. hani yarın geliyordun diyorum, dayanamadım çok özlemiştim bigün erken geldim diyor. onu daha çok seviyorum.

gözümü açıyorum, yine onla geçen güzel rüyalardan biri, yanımda yok, yanım boş ama biliyorum çok uzak değil bi sabah onu yanımda bulmak.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Mode: negative

Hani böyle tam uyumadan önce çıkan huzursuzluk var ya, hani yatağa başını sakince koydurmayan.. Hani her şey "hıh şimdi yolunda gidiyor" derken lafı ağzına tıkan huzursuzluk.

İşte onu hiç sevmiyorum.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Kalbimin yarısıymış

Dünün tatlı hareketliliği ve yorgunluğundan sonra genel müdürlükte staj yapıyor olmanın, ya da orda çalışıyor olmanın biraz daha kasvetli olduğunu gördüm. şube ortamı daha aile glbi, ama genel müdürlük deyince herkes pek bi havalarda, dünyayı onlar yarattı çünkü. insan ilişkilerinin gelişmesi adına sanırım şubenin tozunu yutmak gerekiyor işin mutfağı olarak.

Akşama tam bir iş çıkışı tadında kanyoya gidip midpointte dodoyla yemek yemece, sıkıntılar ve sorunlardan bahsedip azcık ev alışverişi yapmaca. Ben iş kıyafetlerim içindeyken yanyana ev alışverişi yapıyor olmamızı hiç yadırgamadım ben, sanki o hep ordaydı, biz aynı evdeydik ve o alışveriş günümüzün parçasıydı.

Akşam odaya geldiğimde yeterince yorgundum, sevgiliyle konuştum, annemlerin beni ihmal etmesinden sanki unutulmuş gibi hissettiğimden bahsettim, sesim titredi konuşurken telefonu kapayınca mesaj gönderdim "sen benim ailem gibisin" dedim, "neye ihtiyacın varsa, oyum" dedi. Sonra uyudum, onun sesini uykumun arasında duya duya uyudum. Gece öyle huzursuzdu ki, sanki sabahına bişi olacaktı da ne olduğunu bilmiyordum. Uyudum uyandım, yorgundur uyandırmayayım diye sustum. Sabah onu aramak için telefon elimdeyken mesaj attı, "anneannem fena oldu gece, hastaneye kaldırdık. 5te geldim, uyuyorum tatlım" demiş. Ona kızdım gece haber vermediği için, kendime kızdım gece onu uyandırmayayım diye sustuğum için. Ne desem ne yapsam bilemedim, tek istediğim yanımda olması, yanına uzanıp susmak, ona dokunmak, onu öpmek ve sessizlik içinde her şeyin daha iyi olacağına inandırmak onu.

Zorluklarla besleniyor ilişkimiz, ama birazcık da rahat etsek olmaz mı?

those were the days my friend

Hayaller kuruyorum, planlar yapıyorum suya düşüyor. Plan yapmaktan korkuyorum, sonra bi adam gelip planların aslında iyi olduğunu söylüyor, ona inanıyorum, karşıma biçok şey çıkıyor, hayat plan yapmamamı söylüyor, dinlemiyorum, o adamı dinliyorum.

Sevmenin ne demek olduğunu onunla öğreniyorum, hayatın neler getirebileceğini, hayat ne getirirse getirsin onunla aşabileceğimi biliyorum. dün laf arasında benim yaptıracağım dövmeye geldi konu, hani dedi kafes yaptıracaksın ya, altına adımın baş harfini koysan dedi, güldüm. Öyle bişiyi asla yapmam derken onun sıcak bakmasına şaşırdım, ben senin adının baş harfini yaptırırım, direk değil ama başka bi dövmenin içinde yaptırırım dedi. Ya peki bişi olursa dedim, ya ben olmazsam, ya biz olmazsak.. Beni kandırmasını bekledim, asla ayrılmayız ki demesini bekledim, oysa dünyalar tatlısı bi gerçekçilikle duraksadı, olsun dedi. Nolur ki, yaşandı zaten dedi.

Sevgilinin aklına girmeyi istedim o an, ne düşündüğünü nasıl bu tepkiyi verdiğini. Bişi olursa benden sonra hayatına giren kızlara o dövmeyi nasıl açıklayacağını merak ettim. Bensiz kalmak ihtimali aklına gelmiş olsa bile benden sonra bile yine aklında olmanın nasıl bişi olabileceğini düşündüm.. İşte o anda onun beni çok sevdiğini anladım, biliyordum elbet, söylüyordu hissettiriyordu ama benim hissetmem tam o ana denk geldi. Sonsuz sevmek diye bişi varmış, nerdeyse bir yıl oluyor birlikte, onunla değiştim, onunla büyüdüm, öyle çok şey değişti ki kendim bile geri dönüp bakınca sanki bir değil, tonlarca yıl olmuş gibi.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Ben beklerim de zaman beklemez ki..

Hayatın neler getireceğini hiçbir zaman bilme lüksümüz yok, elimde olsaydı bile ne kendi geleceğimi ne başkasınınkini görmek isterdim.

Enteresan bi hafta oldu benim için, önce dodoyla başladı aksilikler, papatyanın yanına çeşmeye gitme planlarını tamamlamış biletlerimizi almıştık ki bum! Son an aksiliği ile planlar suya düştü. Ben yine de gidiyorum, hem bu sene başka tatil yapma fırsatım olmadığından, hem de dodo gaza getirdiğinden. Çeşmede biçok arkadaş bekliyor beni okuldan, işyerinden, blogdan.. Yine de yola dodoyla çıkmayı planlarken duraksamak garibime gidiyor.

İnsan hayatında belli olmayan şeyler var diyordum, uyanıp da sevdiğini görememek var yanıbaşında, bi telefonla kötü haber almak var, bazen sonuna kadar umarsızca yaşamak lazım diyorum, bazense durup plan yapmak.. Sevgili tam plan adamı, ben onla plan yapmayı öğrendim ama tam şimdi, en çok isterken bişileri planların işe yaramadığını görmek yakıyor canımı. Kendi yaptığım planlara bile dahil olamaz haldeyim, yine de beterin beteri var diyorum.

Başkalarının acılarına sanki kendi acımmış gibi üzülüyorsam bu normal mi, yoksa bencil mi olmak lazım?

16 Temmuz 2010 Cuma

ama yoksa bahçemin eski şanı, sebebi koparılan çiçekler

alarmın çalmasına birkaç dakika kala açıyorum gözlerimi, sanki o yanımda gibi onu görmek için dönüyorum sağıma soluma yok, içimden duş alıyor olması için dua ediyorum, duştan çıkınca yanıma gelsin istiyorum, yok. o yokken yatağın köşesinde yatıyorum hep, bilmiyor. her gün onla konuşup, gece rüyamda görüyorum, bi an bile onsuz kalmıyorum. çok yorulduk, çok tükendik ama birbirimizi anlayıp bişileri yoluna koymamız bi yılı aldı nerdeyse. en dibe vurmadan düzlüğe çıkılmıyor, o ağlamaların, sinirlenmelerin ardından mutlu olabileceğime hiç inanmazdım, şimdiyse içimde tuhaf bi sakinlik, birlikte olmanın verdiği huzur. ankaradan döneli bi hafta oldu daha, özledim, aklıma gelince gözlerimi dolduracak kadar özledim. özlediğini söyledi, gülümsedim. bi hafta içinde bile kötü şeyler oldu, 500 km'ye rağmen yanımdaydı. ruhum dedi, hayatım dedim, canım dedim, hayat dedi, kalbimdesin dedim tüm benliğimdesin dedi. o anlamı büyük kelimeler var yani, hiçbiri onu sevmeme yetmedi.


hem ileriyi düşünebilmek, hem de şimdiyi doyasıya yaşabilmek. haftaya bu sabah uyandığımda, yanımda olacaksın.. hep istediğim gibi, gözümü açtığım saniye ilk seni görecek gözlerim, tenim de ilk sen hissedecek, ve ben o gün için daha şimdiden minnettarım. 

15 Temmuz 2010 Perşembe

if i don't believe in love

Hep yanındayım diyosun, sonra en çok ihtiyacım olduğunda hiç yanımda olmuyosun ya..inanmıyorum.

11 Temmuz 2010 Pazar

Bu sefer her şey farklı

Her defasında istanbul kaçamakları sonrasında ankaraya dönüş yolunda hüzünlenirdim, şimdi kaçamak bitti ama bu sefer ev diye istanbula dönüyorum, bi otel odasında kalıyor olsam da, kendi hayatım tam oturmamış olsa da evime dönüyorum işte hem de hüzünlü filan da değil, azcık yorgun, biraz buruk ama asla hüzünlü ya da mutsuz bi dönüş değil bu.

Yazdım, çizdim, anlattım, paylaştım yetmedi. Naparsam yapayım ilişki dediğin iki kişi yaşanıyor, kızsam hemen geçiyor mutlu olsam hemen sönüyor dengesi yok bu işin yine de adım adım pişiyorum işte. Bugün sınav çıkışında aldı beni sevgili odtüden, azcıcık gerginliklerden sonra yine yanında aldım soluğu, birlikte big chefse gittik çukurambardaki, şişhaneye açılanın ne kadar güzel olduğundan bahsettim ona. Yemeğimizi yedik, yemeklerimizi paylaştık. Sorunlarımızı, kafasına takılanları konuştuk. Her şeyin taa en başındayken doğru olduğunu bilsem de inat ederdim, şimdi artık hayatımdaki adamları savunmuyorum, onun haklı olduğunu biliyorum çünkü. Aklının nasıl bende kaldığını, bu kadar rahat görüntüsünün altında aslında tam bi maço beslediğini biliyorum, bu hali öyle hoşuma gidiyo ki..O anlattı ben anlattım, her şeyi acı da olsa konuşabilmemizi seviyorum. Artık kararımı verdim, onunla birlikte olmak istiyorum, ve kendi bildiğim gibi inat ederek değil, çabalayarak, doğru adımları atarak. İçimde kocaman bi cesur var, onun için biçok şeyi yapmaya hazır bi cesur, ve her şeyden öte mutluyum.

Konuştukça sinirleneceğimiz yerde, daha da bağlanıyoruz birbirimize, masanın üstünden uzanıp elini tuttum, bu sefer çekmedi benim için ne anlam ifade ettiğini biliyodu çünkü. Ortak yolu bulabileceğimize inanıyorum, çok farklıyız çok çok ama ortak nokta ikimize de iyi gelecek hissediyorum.

Hep yanımda olsun, her şey daha güzel olsun o kadar..

What does that mean?

eskiden hafta sonu kaçamaklarını değerlendirir her fırsatta istanbula giderdim. Şimdi sınav zorunluluğu ile olmuş olsa bile ankaraya kaçmak öyle tuhaf ki. Bi ay öncesinde "evim" dediğin yere şimdi anahtarın olmadığı için giremiyor olmak, beslediğin sokak köpeklerinin bile seni unuttuğuna tanıklık etmek öyle acı ki..

Bi ayı geçkin istanbul yaşantımın her anı öyle güzeldi ki sanki hepsinin acısı bu haftasonu burda çıktı. Ailevi şeylere üzüldüm en çok, annemi bıraktığım için üzüldüm. Keşke onu da yanıma almanın bi yolu olsaydı, huzursuzluklarından onu da çıkarıp alabilseydim..

Sevgiliyi gördüm dün, bi barışıp bi ayrılmalı çoğunun "uzatmalı" dediği sevgiliyi. en sevdiğim sinemada buluştuk, arada çok kırgınlıklarımız oldu. görünce koştum yaşıma işime aldırış etmeden, o soğukkanlıydı her zamanki gibi. Boynuna atladım sarıldım, kucağında döndürmesini beklerken beni o da sarıldı. Öptüm, öptü, öyle büyük kocaman tutkuyla değil, hergün görür hiç özlemezmiş gibi öptü beni, ama yine de öptü. benim hevesim çabuk kaçar, hemen kırılır hevesim öyle oldu ama sevdiğim adam diye sustum, asmadım suratımı. Yemek yedik beraber, ilk ayrılık konuşmasını yaptığımız yerin başka şubesinde yedik. Konuştuk, konuşmaktan çok sustuk sanki benim anlatacaklarım azalmıştı, onun da anlatacakları yoktu. Sanki bişiler değişmişti de, nerde olduğunu bulamıyordum. İki kere lafı soktu, attığ taşlar başımı yardı, sevdiğim adam diye gülümsedim, elini tuttum, elini çekti. Kalktım arkasından sarıldım, tonlarca öpücüğe boğdum, konuyu değiştirdi. Ben kendimce çabaladım, o sırt döndü. Sonra sonunda hevesim kırıldı, çok sessizsin dedi, neden sessiz olduğumu hiç anlamadı. Dışardan nasıl göründüğümüzü merak ettim, erkeğine asılan kız profili çizdiğime eminim, banane başkalarından deyip geçtim. Sinemaya girdik, kimse yokken o beklediğim ilk öpücüğü aldım, hani o ilk görüşte tutku dolu olması gereken öpücük.

Hep söylerdim arkadaşlarıma akıl verirken, birinin seni istediğin gibi sevmemesi, seni sevmediği anlamına gelmez diye ama olmuyormuş, akıl vermek kolay da, teoride kalıyor işte. Pratik dediğin öyle caka satmaya benzemiyormuş.

Bir yanım her şeyin güzel olacağına inanıyor, diğer yanım da.. Diğer yanımı dinlemek istemiyorum.

8 Temmuz 2010 Perşembe

#77

Öyle bi tatminsizlik ki şu anda hissettiğim tarifi yok. Çok çok basit bişi bekliyorum, ve olmuyor. Nedeni ne olursa olsun istediğim şey olmıyor. Kötü bi zamandayken tek beklediğim şey azcık ilgi ve derdimin dinlenmesiydi, kendimle kalmak değil.
İlişki sabır demek de, bazen hemencecik pes edesim geliyor benim. çok mu çocuk davranıyorum bilemedim..

7 Temmuz 2010 Çarşamba

yok istemem diyen gönlüm çöle bile razı şimdi

kanlanmış gözler ile banyo sonrası yatağın üstüne kurulmuş yazıyorum bu yazıyı. hani bazen hayat öyle güzel gidiyor ki, tek kelime bile etmek istemiyorum. çok değişik bi hayat değil yaşadığım, ama mutlu olduğum bi hayat. hem kendi hayatımı, hem sevgiliyle uzaktan hayatı dengede tutmaya çalışıyorum. işe başlayalı, zaman eğitimle geçiyor da olsa bi ay oldu, sanki eğitimdekilerin çoğunluğu çok önceden arkadaşım gibi. hergün ayrı bir komiklik, yeni bir macera geliyor başımıza. hem özel hayatlarına tanıklık ediyoruz, hem üzüntülerine dahil oluyoruz hem de beraber yepyeni bir hayata başlıyoruz. çok şey öğreniyoruz hem birbirimizden, hem de işyeri eğitimimizden ama genel olarak mutluyum.


sevgiliyle mesajlarla kavga etmeyi bıraktığımdan beri daha "yolunda" bi ilişkimiz var, bundan sonra ilişki acısı çeken birine sabırdan sonra ilk tavsiyem mesajla kavga etmemek olur sanırım.


ya aslında çok daha güzel şeyler geçiyor aklımdan, neden böyle kuru kuru yazdığımı bilmiyorum. mesela üstüste kanyona gittiğimden, aynı gün öğlen yemeğiyle akşam yemeğinde orda olduğumdan, artoyu gördüğümden, kitchenette'i artık protesto ettiğimden, istanbuldaki arap nüfusuna anlam veremediğimden bahsetmek istiyorum ben. stalker gibi bir m.a.c trainerını takip ettiğimizden, komik anılardan, patlayana kadar yemelerden bahsedesim var. tazecikten yarı hala olduğumu söylemek istiyorum, annemlerin beni yaklaşık eşit unutmasından muzdarip olduğumu söylemek, kafamdaki planları anlatmak istiyorum. toy story 3'ü izlerken totoroyu görmüş olmanın dayanılmaz hafifliğini, o sinemadaki çocuksu heyecanımı, haykırışımı anlatmak, anlatırken yine gülmek istiyorum.


sertabın yeni albümünden bahsetmek, sevgilinin koynuna sokulup "iyi ki varsın, iyi ki sevmişim seni" demek istiyorum. sevgili uzak ama az kaldı, hayaller güzel, gerçekler de çok güzel.


thanks god i'm okay!

6 Temmuz 2010 Salı

yine de..

çok şeyler oluyor, çok güzel şeyler oluyor. özlenenler bir yana, düşündüklerimin başıma gelmesi, aklıma düşenlerin beni araması bir yana, bugün hayatımda en çok güldüğüm günlerden biriydi. hiç bu kadar içten ve sonsuz kahkahalar attığımı bilmiyorum.


arada bir kafam karışıyor ama olsun, mutluluk oldukça kafanın pek de önemi yok sanırım.


sevgiliden not, sertabın son albümü pek güzelmiş, istanbul şarkısı bana ithafenmiş.