24 Ekim 2012 Çarşamba

#257

uzunca bir süre artık buradayım.

http://tavantaban.blogspot.com/

9 Ekim 2012 Salı

# 256

ne kadar terk edersem, bir o kadar daha dönüyorum buraya.

günler geçmiş gitmiş, geriye iki satır yazmadan geçen bir buçuk ay kalmış. hayat aynı, hayat güzel. son zamanlarda düğün dernek hareketleri coşturdu ortalığı, bir nikah şahitliği misyonunun altından başarıyla kalkıldı ve sonra kendi düğün işlerine doğru yavşça yol alındı.

eskiden çeyiz & düğün mevzularını sığ sular sanan ben, bunun bir gereklilik olduğunu nedense yaş kemale erince anlıyorum. tuhaf bir hal içindeyim, bunca zamandır korkup da sorun diye biriktirdiğim ne varsa, bir anda çözüldü sanki.

çok okumuyorum bu aralar, dergiler karıştırıyor, fotoğraflara bakıyorum, yemekler pişiriyor, yeni şeyler yapıyor seyahat ediyorum. kendi kendime yaşıyorum sanki, gerçekten benim olanları benimsemiş, bana katmışım o yüzden fazlalık gelmiyorlar...terfimi almış olmanın sevinciyle sanırım daha çok çalışıyor, hayatın yönünü kaydırıyorum.

ben, yine yenibaştan başlıyorum.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Aile tatiline hayır!

ailesinden ayrı yaşayan 26lık bir insanın, tekrar kısır döngüyü canlandırıp da ailesi ile birlikte, bir arada tatil yapmasına gerek olmadığını düşünüyorum. ailesine göre değişir muhakkak ama annelerin gözünde hiçbir zaman büyümeyi beceremeyen kız çocukları için, ergenlik baki demektir. Annemle tatil yapmaya başladığımızdan beri ne yaptığım temizlik temizlik sayıldı, ne de pilava koyduğum tuz. Her şeyin en iyisini o bildi hep, uyuyup uyanacağım zamanı, denize gireceğim zamanı, krem süreceğim zamanı. Sanki boynuz kulağı asla geçemezdi, sanki ben ondan hep bir adım geride olmalıydım. Belki de benim üslübumla ilgili bir hata vardır bilemiyorum.

Tatili bütün sene arzularken, gel de yarıda kesip dönmek iste olacak iş değil... Sevgiliyle tatil candır galiba.

16 Ağustos 2012 Perşembe

# 254

sene 1986. ayın 15i. saat öğleden sonra dört, annem hastanede kıvranıyor, ya canını kurtaracak, ya da yeni bir can verecek. mucize, ikimiz de hayattayız. o mutlu, ben her şeyden bihaber. büyüyorum, ilkim, onlar için yeniyim. uğraşıyorlar, 9 sene boyunca yalnızken, sonra ufaklık geliyor. artık ilkoklul kitaplarında gösterilen çekirde aile tanımına giriyoruz.

tüm bu olanların üstünden dolu dolu 26 sene geçip gitmişken, ben doğum günümü süprizli bir şekilde kutluyorum. sabah uyanıp yanımda en sevdiğimi buluyorum, bana kahvaltı hazırlamasını izleyip, haftaiçine denk gelen doğum günümde işe gidiyorum. gider gitmez masamda bir poşet, büyükçe ve ağır bir poşet. içine kitaplar var, ama öyle romanlar hikayeler değil, yemek kitapları. hem tüm yöreler var, o yörelere ait hikayeler hem de bir yemek ansiklopedisi, içinde ipuçları var.

derken öğlen olmadan, koskocaman bir çiçek aranjmanı geliyor, içinde bembeyaz güller, karanfiller var, mis gibi kokuyor şube. az zaman geçiyor, bir kutu çikolata geliyor bu sefer, öyle doğum günü için değil tabii, bankam bayramımızı kutluyor. öğleden sonra, masmavi bir elbisem oluyor, işyerinde hemen giyip, onunla dolaşıyorum. tam tatile gidecekken, balıkçıya giyeceğim kıyafeti buluyorum. tatille de ilgili her şey hazır. çok şanslıyım bu hafta, pazartesi günü başvurduğum pasaportum geliyor. işe girdiğimden beri yurtdışına çıkamadım, ilk durağım neresi olacak merak ediyorum.

bu da işyeri molasında doğum günü yasemin çayı


ah bir de hediyelerin içinde atladığım tatlı mı tatlı babetlerim var, aslan sevgili sağolsun. vee esas iş doğum günü kutlamasının kendisi. sevgili başbaşa yemek yiyeceğimize inandırarak beni iş çıkışında tarabyaya götürüyor. denizin üstüne big chefs açılmış, hadi bakalım diyerek yola koyuluyoruz. yol boyunca ona akşam başka kimse var mı diyip duruyorum, zorlanıyor sorularım yüzünden ama hiç renk de vermiyor. big chefse giriyoruz, adamın kaç kişi demesiyle zavallı sevgilim durumu hala kurtarma derdinde "rezervasyonumuz vardı" diyor, isim diye soruyor adam, söylüyoruz. ah buyrun efendim 8 kişilik masaya lütfen. 8 kişi mi?! hani başbaşaydık çığlıklarım içinde, hala masada kimleri bulacağımdan bihaber yöneliyoruz masaya. bizimkiler oturmuş, blushlar açılmış, denizin de üstündeydiz hakikatan. hepsine sanki kaçıp kaybolacaklarmış gibi sarılıyorum. sohbet yine tatlı, hafif bi' esinti, müzikler de romantik. birkaç eksik var o masada biliyorum, ama onlar da yanıbaşımda, hissediyorum.

doğum gün pastama en sevdiğim sıfatımı koymuşlar, "çiçi" garson bile adımın gerçekten çiçi olduğunu düşünmüş olacak ki "iyi ki doğdunuz çiçi" demeyi eksik etmedi.

blogdan bihaber dostlarıma, tekrar kendimce teşekkür ediyorum.

5 Ağustos 2012 Pazar

# mutlu

En son annemin doğum günü için süpriz yapıp geldiğim şehrimde, ankaradayım. İstanbulda geçen iki senelik hayatın ardından, o yoğun hızlı kalabalık tempoya alışıp ankarayı sakin bulduğumu söyleyebilirim. Ankara insanı naif sanki, istanbuldakiler gibi görüp geçirmemiş türlü oyunlar, entrikalar, ikiyüzlülükler görüp insanlara sırt çevirmemişler sanki. En azından yüzlerinde hala bir parça iyilik var sanki. İstanbulda insanların bakışlarındaki kötülükten geçtim, gözgöze gelmek bile imkansız. Son zamanlarda ankarayı özlüyorum, belki de sevdiklerimi burada bırakmış olmaktan ötürü bir özlem bu. Dün akşam ayrımın sevdiceği arı'nın doğumgünündeydik, 12 kişilik bir masada kitchenettein arka bahçesinde oturup, sayısını anımsayamadığm kadar güldük. Hayatla kavgamız yoktu bazıları gibi, öyle yok yere mutsuzluklar çıkarmıyorduk. Birimizin halası kanserdi, birimizin annesi, birimiz okulu bitiremiyorduk, birimiz iş bulamıyorduk. ama yine de o kadehleri tokuştururken, güzelliğimize, hayatın bize sunduklarına ve dostluğumuza içiyorduk.

Annem çocukken benle ilgili isteklerini kulağıma fıısıldardı, adil ol, cömert ol, hakkını ara, altta kalma sakın, iyilik yap, karşılık bekle, dostlarının sayısı bi elin parmaklarını geçmesin, hep mutlu bi çocuk mutlu bi insan ol, tanrı karşına iyi insanları çıkarsın derdi.. 26 yaşım 15inde doluyor, annemin tüm dileklerinin kabul olduğunu görmek... Daha iyisi olamazdı.

İyi ki de doğdun arı, iyi ki de tüm o iyi kalbinle ve yaşamışlıklarınla benim ilk en yakın arkadaşıma sevgili oldun.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

#252

bazen başladığım her işi yarım bırakıp kaçasım geliyor, bir ilişkiyi değil belki ama bi' anda hiçkimsesiz kalmak istiyorum, sonra da kocaman kalabalıkların içinde. küçücük bir an bile olsa, avazım çıktığı kadar çığlık atmak sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi hayatıma geri dönüp kaldığım yerden devam edesim geliyor. özellikle işyerinde, çok bunaldığım anlardan birinde, unutulacağından emin olup sayıp sövmek istiyorum. iş hayatı beklediğimden de stresli çıktı, sanırım ofis stresi üzerine bir eğitim açmaları gerek, kendi kendimi terbiye edebilecek gibi durmuyorum pek.

annem hep zor olduğumu söylerdi, seni alan yandı derdi bense kendimi dünyanın en anlayışlı insanı sanırdım. bencil olduğumu, huysuz ve hırçın olduğumu sonsuz gergin ve titiz olduğumu ancak istanbula taşındıktan sonra öğrenebildim. kendimi çoook geniş arkadaş çevresinde sanırken, aslında hep aynı çekirdek kadronun içinde olduğumu fark ettim. ben 10 kişilik arkadaş gruplarının değil de, birebir ilişkilerin insanıydım sanki, tektekçiydim bir nevi. sahip olduklarının kıymetini de pek sonra anlıyor zaten insan, o zaman da o teklere doyasıya sahip çıkmak istiyor.

belki de o yüzden sana hiç gel demeden, sırf bi mesajında çok kötüyüm diyen 500 km ötedeki hatun kişinin yanına atlayıp gitme isteği, belki de o iyi olursa, kendini de iyileşirmiş gibi hissetme ihtimali o yüzden..  keşke tüm sevdiklerimiz hep yanımızda olsa, hepsi iyi anlaşsa ve hep bir arada olsak, hani dertlerimiz olsa da, bir aradayken sıfırlansa.

işte bu yüzden büyük sofraları sevişimiz. hepsi onlarla güzel olduğu için. büyük sofralarda kalkan kadehlerimize bu yazı.


5 Temmuz 2012 Perşembe

# 251

muhteşem geçen bi tatilin ardından, aynı hafta içinde gizemli bir şekilde iki yüz lira kaybettim. olası belaları başımın gözümün sadakası olsun diyerek defettiğimi düşünüyorum. bazı yanlarım bu dini, ve bağnaz hareketleri yadırgarken kendimi de aynı cümleleri kurarken buluyorum, bazı bazı kendimden korkuyorum.

iş hayatımda biten ikinci yılımı takiben, terfimi beklediğimi söyleyebilirim. insanlar atak, insanlar hızlı bense hakediyorsam zaten benim olur diye bekliyorum. hangimiz haklıyız, hangimiz kazanırız bilmiyorum, ama herkesin profesyonel iş hayatı birbirinden farklı.

sevgili ile bir hobimiz olsun dedik, birlikte pişirdiğimiz yemekler, izlediğimiz filmler dışında bir şey olsun diye düşündük, hoş o henüz taşınamadı ank.ıroadan buraya ama, tenis iyi gibi geldi. yakınlarda bir yerde özel ders veriyorlar, yaz boyunca akşamüstleri ders alabiliriz aslında, hem de ikimiz için de şahane bir hobi olur, birlikte maçlar yaparız vs. aramızdaki 500 küsur km engel olmaz ise, ilk planımız bu. bana kalsa, sadece seyahat edebiliriz, sonsuza kadar. istanbula hala bilmediğimiz tonla yer var, minik turlara katılıp ufak ufak civar yerlere de gidebiliriz.

onun buraya taşınmasından sonra gideceklerimiz arasında, polonezköy var, riva & şile & ağva var, edirne var kalmalı, sonra amasra var, artvin var görmekten öldüğümüz, dubaimiz var, bir beyrutumuz.. unutmadan bir de kapadokyamız.

bazen diğer çiftlerin hayatını ve ilişkilerinde neler yaptıklarını çok merak ediyorum..

# 250

geçen hafta içindeyiz, günlerden perşembe. bizler için tatil sezonu açılmış, sevgili ile soluğu tanıştığımız yerde, çeşmede almak üzere yola çıkıyoruz. 6 aylık bir askerlikten sonra, iş arayışlarına bir mola verip, mini tatilimize kaçıyoruz. 14 sene öncede çeşmede tanışmış, 3 sene önce çeşmede birlikte olmaya başlamıştık ve yine yolumuz çeşmeye düştü. bu sefer kadromuz kalabalıktı, diğer çiftler ile birlikte olacaktık.

perşembe günü soluğu izmirde aldık, pegasus fanı ben, ilk ihanetimi gerçekleştirip thynin sabiha gökçene koyduğu uçuşlar ile izmire vardım. kıyaslaması zor, hatta thynin türkiye uçuşlarının pegasustan çok da farkı olmadığını söylemek gerek, açık ara fark yurt dışı uçuşlarında mevzu bahis oluyor.

tatilin ilk durağı alaçatı, cumbalı konakta kahvaltı. hayatımda hiç bu kadar güzel portakal ve limon reçeli yediğimi bilmiyorum. misler gibi kokan reçeller, ç demeden gelen çaylar ve tazezcik domates salatalıklarıyla, alaçatı kahvaltılarının neden meşhur olduğunu anlamak zor olmadı. ayaklarımızı çimlere uzun uzun bastıktan sonra, birazcık da deniz suyuna dokunmak maksatlı, rotamızı paşalimanına çevirdik. kadim blog arkadaşım pa.patya 'dan öğrendiğim bir yerde denize girdik, yarı amerikalı yarı meksikalı ufak arkadaşımızla tavla oynadık, tatile geldiğimizde inanamaz halde coşkuyla dolup taştık.

otele geldiğimize ise, geçen seneki resepsiyonist arkadaşın bizi hatırlaması, ve bizi gördüğüne sevinmesi ayrı bir keyif yarattı. aynı yere bir yıl aradan sonra ikinci kez giderken hatırlanmak, bizim nice seneler oraya gitmemize sebep olabilir. günün yorgunluğunu da hesaba katarak, tatilin dinlenme amacına uygun bir şekilde erkenden sızıp kaldık.

ikinci günkü maceramız fun beach oldu, çiftlikköyün gözbebeği kum beachte tam anlamıyla huzur hakimdi. sabah 10da gittiğimiz plajda ilk olmak, sonsuz boş şezlonglar içinde yer seçememek ise, ayrı bir lükstü. buz gibi suda iceberge tırmanma çabamız, su üstünde wipe out ' u aratmayacak moon walk denemelerimiz ise görülmeye değerdi. cuma akşam babylondaki zaz konserine gittik. babylon alaçatı güzeldi, aya yorgiye taşınınca hizmet kalitesini de alaçatıda bırakıp geldiğini söylemek mümkün. ara ki garson bulasın, ara ki düzgün hizmet alıp, içtiğinden hoşlanasın. sanki zaz konseri yetmezmiş gibi, cumartesi sabah da beach tercihimiz babylondan yana oldu. tüm tatil boyunca pınar altuğ ve yağmurla birlikte aynı yerlerde dip dibe olduk, çocuklarının dünyalar tatlısı ve güzel olduğunu söylemeye gerek yok sanırım *sarışın her çocuğu güzel sanmak kötü hizmet kavgasını da geride bırakıp, happy hour long island ve mojitoları yudumladıktan sonra, kıpkırmızı olmuş tenlerimizin bronza dönüşüne tanıklık ettik.


pazar günü en güzel günümüzdü diyebilirim, kafe pi'ye gidip, papa.tya ile vakit geçirmek iyi geldi.  biraz onun hayatında, biraz da bizimkinden bahsettik, kendimizce akıl verdik, arayı kapattık. eski anıları pekiştirdik, bol bol yüzdük, barmenin su tabancasıyla üstümüze saldırmasına aldırış etmedik ve çok mutlu olduk, pek mutlu.  o kadar mutlu ki akşamı alaçatıdaki nar da noktaladık. nar muhteşem bir yer, A46'nın sokağında yer alıyor, iki sene önce gittiğimden beri gram değişmemiş, hala müzikleri şahane, hala bahçesinde mum ışığı ve sönük sokak ışığı hakim. hala babanne koltuğu gibi berjerleri ile antik havasını koruyor ve muhteşem bir armutlu kokteyleri var. azcık vodka, biraz limonata armut ve cin derken tatlı tatlı çarpılıyoruz.

hiç dönmesek, çeşmede kalsak, küçük dünyam daha da küçülse olmaz mıydı?

eskiden dünyamın çok kalabalık olmasını isterdim, eh çöpleri toplamaya merakım vardı diyelim. şimdi birkaç tane olsun, benim olsun, benle olsun istiyorum.

bu tatilde anladık ki biz, cümbur cemaat büyümüşüz, öyle tüketmişlikten değil de, yaşlanmışlıktan sanki..



bekle bizi çeşme, yine geliyoruz...


9 Haziran 2012 Cumartesi

# 249 prinkipo

herhalde aramızdaki 8,5 yaş farkı sebebiyle, neredeyse büyütmüş sayılacağım klasik cümleler ile "üzerinde çok emeği vardır" dedikleri kız kardeşim ben ne kadar kabul etmek istemesem de 17sini bitirmiş de 18inden gün alıyormuş. o 18 ben de 27den gün almak üzereyken, biz aslında hiç büyümüyoruz. aralarında çokça yaş farkı olan kız kardeşlerin, biraz daha uzun süre çocuk kalabildiklerini düşünüyorum. ve her bir araya geldiklerinde ikisinin de daha da çocuklaştıklarını.

bizim kidosan an.kırolardan kalktı da geldi, lise 3 bitti seneye sınav derdi dershane koşturmacası derken biraz soluklansın diye yanıma geldi, ona olası en şahane haftasonunu yaşatmak istedim ve çılgın koşturmaca cumartesi sabahından başladı. *cuma akşamki ağır kalp krizi riskli, heyecan fırtınası adını feriha koydum gecesini saymıyorum.

cumartesi sabahı kadıköye attık kendimizi, niyetimiz büyük ada, nam-ı diğer prinkipoya gitmekti. vapuru ön sıralarda beklerken, arkamıza döndüğümüzde uzunca bir sıra ilişti gözümüzü, ya vapura sığamazsak esprileri yaparken, adalar vapurunun dolu geleceğinden bihaberdik. hali hazırda tıklım tıkış olan vapura bindiğimizde, vapurun bütün adalara uğrayacağını da bilmiyorduk haliyle. ayakta,okulu yeni tatil olmuş ergenlerin arasında, kadıköy'ün meşhur balıkçısı dicle'nin sezon açılışı sebebiyle adaya götürdüğü tazecik balıkların yanıbaşında 1 saatlik yolculuk ile ilk ada olan kınalıadaya vardık, insanların bir kısmını orada, diğerlerini burgazada ve heybeliada'da bıraktıktan sonra soluğu karınc yuvasını andıran bir insan selinin arasında büyükada'da aldık.

ilk hedefimiz tam bir ada klasiği olan faytondu. milyon tane faytonun ve 8 metre uzunluğundaki bir sıranın sonunda güneşin altında bekleyip, arap turistlerin arasında çiçekli ve leopar desenli şapkalarımız içinde göze batmamaya (!) çalıştık. sıra bize geldiğinde, lunaparka yani aya yorgi kilisesine çıkacağımızı söyledik ve atlar yola koyuldu. yürüyen, bisiklete binen insanların arasında hızlıca geçip, yukarı vardık. tam bir şenlik alanı edasıyla, atların, adaya özgü çiçek taçlarının arasından geçip, kilisenin yokuşunu tırmanmaya başladık.

hristiyan inancına göre, 23 nisan veya 24 eylülde, aya yorgi yolunu çıplak ayak çıkanlar, yarı hacı sayılırlarmış, tam hacı sayılabilmeleri için ise, efes yolunu yürümeleri gerekirmiş.

biz bu yokuşu yavaş yavaş çıkarken, her defasında ardımızda kalan manzaraya sonsuz bir şaşkınlıkla bakıp, bu tırmanışın zorlu olduğunu fark eden diğer kader ortaklarımızla sohbet edip gülüştük. yukarı çıkıp kiliseye girmek istediğimizde, şortla giremeyeceğim uyarısını aldım, gezdiğim bunca kilisede bir kere bile böylesine bir uyarı duymamışken, neden diye sormak aklıma gelmeden kapıdaki yüz kat bol siyah pantalonlardan birini geçirip, kiliseye daldım. dilek kutusuna da dileklerimizi bıraktıktan sonra, adanın iki tepesinden birinde bulunan restorana gittik, beklenmedik güzellikle bir köfte ve patlıcan kızartmayı mideye indirdikten sonra, evrenden torpilli olduğumu gösterircesine adaya gelirken aklıma olan bir arkadaşım ve sevgilisini gördüm ve ada gezimizin seyri birazcık olsun değişti.

devamı diğer yazıya..

16 Mayıs 2012 Çarşamba

#248

sayılı gün çabuk geçer tezini doğrularmışcasına, 155 günü bitirip, rafa kaldırdık. etrafımdaki herkes ee, askerlik de bitti ne olacak diyor. istanbula taşınırken, böyle muhafazakar bir çevreye değil de, daha farklı bir ortama gelmeyi hayal etmiştim. hani istanbulun tadını doyasıya yaşayıp, hesap vermeyeceğim bir hayata. halbuki ailem sormasa bile, bu yeni çevre soruyor.. sanki evlenilse bitecekmiş gibi, ee zaman çocuk diye sorup, seks hayatımızı irdelemeyeceklermiş gibi. yatak odalarımızdan başkalarına neyse.. ve bu kadar içinde olma gücünü nerden buluyorlarsa, korkutucu olduğunu düşünüyorum.

istanbula adapte olmam sanıyorum ki beklediğimden de uzun sürdü, belki de araya tonla başka şeyler girdi, işe birlikte alındığım diğer mt arkadaşlarım canım oldu, görüşmelerimizi tatillerimizi hiç eksik etmedik, geçen sene mayıs ayında teşhis konan bir kanseri pek sevdiğim halamla yenmenin sevincini yaşadık, aileyle daha fazla zaman geçirdim ama sanki hiçbir zaman hiçbir isteğime tam anlamıyla yetişemedim. geri dönüp baktığımda, ah keşke şunu da yapsaydım dediğim bişey bulamazken, inatla içimde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorum.

pazar günü sevgili geliyor, onun işi, eve çıkması, taşınması.. şimdi iki sene önce geçtiğim yollardan o da geçecek, son 2 senede iki ayrı ülkede yaşamasına, düzen kurmasına rağmen sıfırdan başlayacak. ben de onunla birlikte tabii...

umarım onun gelişiyle dolar bu yetemeyiş hissi.. hani bazen, severken.. tek işin oymuş gibi gelir ya onsuzken anlamsızmışsın gibi benimkisi o misal.

28 Nisan 2012 Cumartesi

#247

onun askerliği süresince, kendimi onun yokluğuna adamış gibi, diğer blogumda yazıyordum bazen aynı gün içinde birkaç kere, bazen de hiç. zamanla oraya yazdıklarım azaldı, ona anlatacaklarım hiç azalmadı ama yokluğu öyle zor geldi ki, ona yazmak canımı daha da acıtır oldu ve pes ettim. yanyana olabilmenin, yüzyüze konuşabilmenin önemini öyle güzel öğrendim ki... telefonu teknolojiyi savurup yanıbaşımda saatlerce konuşabilme lüksünü özledim. aslında uzakta diye, ay şükür iyi ki teknoloji var, iyi ki sürekli konuşabiliyoruz ne büyük lüks diyene kadar, esas lüksün zaten yanyana olmak olduğunu unuttuk. şimdi birer birer güzel şeyleri hatırlıyor, özlemden arınıp, sadece sevgimize gömülüyoruz.

çok çok kötü zamanlarımız oldu, hiç hatırlamak istemediğimiz kadar kötü sözler, can acıtmalar, oyunlar.. ama en nihayetinde biz birbirimize kalanlardık.


askerliğini yaptığı kıbrısa onu görmeye gittim, onun yanında olmanın keyfine bir kere daha varıp, sanki aynı adama bir daha aşık oldum. sevmek insanı ayrı bir besliyor neden bilmem.



kıbrıs tatilimiz inanılmaz güzeldi, nisanda çıkılan tekne turu aslında 3 günümü özetlemeye yeter, ah bir de ilk kez bir yerde "düğünüm burda olmalı" dedim, umarım benim için gerçekleştirebileceğim bir hayal olur.


yazarken bile yüzümü gülümsetebilen dev adamı çok sevmiştim, aşk insanı mutlu etmeye yetiyordu.


19 Nisan 2012 Perşembe

#246

sanki aşıkken hepimiz birbirimize benziyoruz..

8 Nisan 2012 Pazar

#245

sevgilinin dönmesine az kaldıkça, şafak 30lu sayılara düştükçe, kendi bloguma yönelmek doğru bir hamle olur gibi geldi.

yine planlar birbirini kovalıyor,

mesela önce 23 nisan tatili geliyor,




sonrasında 5 mayısta güzel bir spa kaçamağı, 

en 

sonra büyük ihtimalle, sevgilinin doğum gününde tatlı bir ada kaçamağı, 

* photo by özdençiçek

sonrasında av evinde yine bir sapanca, çeşme babylondaki zaz konseri için bir çeşme, bir ara bozcaada ve datça & marmaris.  

istanbullular ve ankaralılar arasındaki en büyük fark, istanbulluların anı yaşayıp plandan uzak durması, biz ankaralıların da bütün planlarını 1300 yıl önceden yapması. planlarımla mutluyum!



27 Mart 2012 Salı

# 244

İstanbuldaki anılardan çok, başka şehirlerin hikayeleri süsler oldu hayatımı. Sürekli havada, seyyah tadında dolanır oldum. 23 nisan ve 5 mayısta iki gezi planım daha var, sonrasında sevgili geliyor zaten, gelsin tatil planları.

İstanbulun hikayelerine de sıra gelecek, ama önce birazcık burada yaşamak lazım.

Şafak da 47 olsun.

25 Mart 2012 Pazar

243 konya günlükleri

Pegasus reklamı yapmak derdinde değilim ama takdir etmeden geçemiyorum. Resmen havacılık değişti, herkes uçağa biner olmuş, türkiyede ulaşımın problem olmadığını bilmek hoşuma gidiyor. Bu hafta da ev arkadaşımın sevgilisini görmek için, soluğu konyada aldık. Hiç görmediğim şehirleri ziyaret etme senesi oldu 2012 benim için.

Cumartesi sabah erkenden konyaya vardık, binbir aksilikle başlayan günümüz gayet yolunda devam etti, önce evimizin erkeğine kavuştuk, sıcacık havada bir kahvaltı edip, mevlana turu yaptık, hem şaşırdık hem de beğendik. konya sosyetisinin meram'ında cemoyu bulduk ve meşhurlar meşhuru bamya çorbası, etli ekmek, bıçak arası, sacarası, tirit denedik. Konyanın en güzel hali cemoda karşıma çıkan selami şahin oldu. Heyecanlı hallerimi ancak birlikte gittiğimiz arkadaşlarımız tarif eder. Ben ki ilginç bir şekilde çocukluğumdan beri selami şahine hayranken, düğünümde şarkı söylemesini isterken, bir anda konyada onu karşımda bulmak beni şaşırttı. Heyecanım, coşkum bu geziden aldığm keyfi anlatmaya yetmez,

Akşamüstü hızlı trenle ankaraya döndük, yorgunluk gözlerimizden akıyor, yanaklarımız heidi gibi al al olmuş halde kendini gösteriyordu. günün yorgunluğu şen kahkahalarla kendini gösterdi, fotoğraflara baktık ve bibuçuk saat sonra ankaraydık. Kendimizi yemek için arjantine attık. Canım blog arkadaşım papatyayı da otelinden alıp, karman çorman bir arkadaş grubu olarak cafemizde yemek yedik. Yan masada oturan biri olsaydım, bu kadar gürültü yapan kalabalığı şikayet ederdim.

Farklı insanlar olsak da, söz konusu aşk, ilişki, seyahatler olunca hep aynı oluyoruz sanki. Sohbet sohbeti açtı, kadehler yuvarlandı ve biz mutluyduk.

Papatya haftasonu istanbulda olacak, bize yine gezmeler, yine uzun sohbetler var.

Diyorum ya, insan hayatında dostları varsa güzel.

Ah bir de aileyle yapılan o şahane pazar kahvaltıları varsa!

10 Mart 2012 Cumartesi

Adana günlükleri

Geçen sene nisan ayı, pegasus yine bir kampanya yapıvermiş. İşyerinden d. İle hadi bir yere gidelim dedik, bir sonraki senenin martına adanaya bilet aldık. Herkes neden adana dedi, neden olmasın dedik, başka yer mi yoktu dediler, siz nereye gidiyosunuz dedik..sonunda adana haftasonu geldi çattı. ilk kez d. De kaldım, sabah adalar manzarasına uyandım, ferihayı izleyememek bile dokunmadı.

Bu sabah vurduk kendimizi yola, havaalanında geçen hafta kim 500 milyara katılan itü makine mezunu çocuğu ve arkadaşını gördük, çaylarımızı havaalanında yudumlayıp kaan beyin acemi pilotluğu eşliğinde soluğu adana aldık. adanada konaklamak mesele değil, hekimevini ayarlamıştık gelmeden, 3 kişilik oda artı kahvaltı 145 lira, iki günlük araba kiralamamıza da 117 lira verdiğimiz düşünülürse, en çok parayı yemeğe verdiğimiz sonucuna ulaşmak kolay olacaktır.

Odaya yerleştik, balkonda muhteşem bi seyhan manzarası ve yemyeşil orman vardı. hazırlanıp methini çok duyduğumuz kazım büfeye gittik kahvaltı için. Muzlu sütü ve yengeniyle meşhur, ne kadar meşhur olabilir ki derken, denemeden ahkam kesmenin yersizliğine karar verdik. Zaten ekşisözlük entryleri de kazım büfeyi anlatmaya yetiyor. Büfenin bir muzlu süt siparişine yaklaşımı, bir büyük bir de küçük bardak vermek oluyor. İnanılmaz lezzetliydi, alıp evde stoklamak, sonsuza kadar içmek istiyorum diyebilirim. Yengen de şevkiyi filan sollar geçer.

Şimdi tarsusa doğru yoldayız, önce kleopatra kapısını, sonra şelaleyi görüp mersine geçiyoruz.

Bu tatlı güney macerası devam edecek.

21 Ocak 2012 Cumartesi

# 241

tam bir "bıkbıksan"ım, sürekli mızmızlanıyor, memnuniyetsiz oluyor ve söyleniyorum. öfkem su gibi, hemen geçiyor, önce bir kabarıp kendi kendime söylenip sonrasında hiçbir şey olmamış gibi sevimli halime geri dönüyorum. kendimle ilgili rahatsız olduğum şeyler varken, ve düzeltmeyi isterken nasıl olup da arpa boyu yol alamıyorum anlamıyorum.

bu aralar derin mevzum aile. kalabalık sülalenin ferdi olmak, tuhaf ortamlarda büyütüyor insanı, nice seneler sonra sorgulama başlıyor, aileyle ilgili düşünceler büyüyor, anne / babanın aile bağlılığına sinir olurken, aslında sapına kadar o bağlılığı taşıdığını görüyorsun. almaktan çok verici oluyorsun, kendinden verircesine bir hırpalanma hali. üstelik gözgöre göre, kendine de ses edemiyorsun.

zaten hayatta neyimiz var ki eş, dost, aile. hırpala dur kendini.

28 Aralık 2011 Çarşamba

# 240

bak dostum buna şans derler,

eğer sevgilin askere son anda apar topar gidiyor, bir anda ona kıbrıs çıkıyorsa. sen önceden kıbrısa biletlerini alıp bunu tatil mevsimine denk getirebiliyorsan. sevgilinin askerden dönüşü, ikinizin de doğum günlerine yetişiyorsa. yemin töreni geriye çekildi diye üzülüp, yemin töreninden mahrum kaldım diye hayıflanıyorken, yeni yıla askerdeki sevgiliyle girme fırsatı ele geçiyorsa. kısıtlı maddi imkanlarına rağmen, çevren gönlü zengin insanlarla doluysa. arkadaşların komik ve güldürme ustasıysa, girdiğin her mekanda herkese uygun bir hikayen varsa ve insanlar seni seviyorsa, korkma daha da kötü bişeycikler olmaz sana, şanslısın demektedir.

sevgili 2012 halimden pek memnunum, azcık daha para, adil bir iş hayatı düzeni sunarsan  canıma minnet. spkdan birkaç ders geçmiş olursam, birazcık daha dostlarıma yakın olursam ve sevgili de istanbula taşınırsa, söz sükunetimi ve uysallığımı korumaya devam ederim.

ah bir de unutmadan, lütfen azcık çenemi tutmama yardım eder misin? sürekli söyleniyorum !

# 239

koskoca 30 ay = 2,5 yıl olmuş.

vallahi bize pes, hangi ara devrildi yıllar. hikayeler biriktiriyoruz, koş gel, bekliyorum.

20 Aralık 2011 Salı

# 238

sevgili askerden dönene kadar, şafak geri sayımlı başka bir blogda faaliyetlerime devam ediyorum.
bir de 2011 yılı içinde beni hayal kırıklığına uğratıp üzmüş olanlara, şimdiden korkunç bir 2012 diliyorum.

ps* hayatımda aldığım en en kötü yılbaşı hediyesi, düzeltiyorum en en kötü hediye için de, ismi lazım değil x kişisine buradan ayrıca berbat bir yıl diliyorum.

- artık insanları sevemiyorum.

18 Aralık 2011 Pazar

# 237

kabristana gittiğimde mezarının başında gözlerim dolu dolu sorduğum tek soru "ben iyi bir insan oldum mu sence?" oldu, sorum yanıtsız kaldı.

.. keşke yanıtını duyma şansım olsaydı, nolurdu rüyama gelsen, birazcık laflasak.

9 Aralık 2011 Cuma

#236

aman birkaç ay geldi, birkaç hafta kaldı derken birkaç saat kaldı sevgilinin askerlik yapacağı yerin açıklanmasına. bir şeyleri bekleyerek geçiriyoruz zamanı, hep bir umut, hep bir bekleme, o an gelip de çattığında yerine hemen yenisini ekliyoruz  askere mi gidiyor, önce bekliyoruz sınava girsin diye, sınava giriyor, açıklansın diye bekliyoruz açıklanınca teslim olsun diye, teslim olunca yemin töreni diye, sonrasında acemilik bitsin diye en sonunda gel tezkere tezkere. hiç asker yolu beklemedim, daha önce kimseyi beklemedim de zaten. öyle bir sevmek ki, neden bilmiyorum beklemesi bile güzel. çokça kez ya bu sevgi dediğin hiç azalmıyor, acaba azalıyor mu, yaşlanınca mı azalır derken hep daha çok severken buluyorum kendimi. bazen geriye dönünce "nasıl yalnızdım daha önce" derken buluyorum kendimi, insan her şeye alışıyor zor da olsa.. yalnızlığına, yeni birine, onsuz olmamaya, sonra onsuz olmaya..

yarın sabah yine an.kara yollarını tutuyorum, bu sefer biraz sessiz bir gidiş olacak, sadece onunla olup, gönlümde veda etmek istiyorum ona, hoş veda dediğin ne zaman gönülden oldu ki..

pazar günü vedalaşacağım onunla, sonra da 150 günü saymaya başlayacağım, büyük bir iddiamız var doğum günü mayıs ayına kadar. kış bitip de bahar geldiğinde, tam da tatlı tatlı yaza geçerken geliyor yanıma, kaldığımız yerden devam ediyoruz. biz, hep biziz. öylesine eminim halimizden.

1 saat 10 dakika kaldı açıklanmasına, öss sonuçlarından, kpss sonuçlarından bin kat daha heyecanlı bu bekleyiş.

30 Kasım 2011 Çarşamba

#235

niyesini sorma, aralık ayını bekliyordum. tam yaz çocuğu olduğum halde, bu sene kalbim aralık için çarpıyordu. evimizde birinci senemiz dolmak üzere, ocak ortalarında tam 1 yılı devirmiş olacağız. istanbula taşındığımdan beri öyle çok şey değişti ki, iş hayatı beni değiştirdi, arkadaşlarım değişti, dostlarım aynı kaldı, aşk beni en çok değiştirdi.

eskiden saçma sapandık sanki , çocuktuk daha doğrusu şimdiyse değişti dünyamız, cddi şeylerden konuşur olduk, her şeyi bilir sanırken kendimizi, şimdi neyin doğru olduğunu sorgular olduk. hayalperesttik bence en önemlisi, şimdi gerçeklik ağır bastı. hangisi daha doğru bilemiyorum, bir yandan içinde eski kırıntıları taşımak mı yoksa hepsinden sıyrılıp tamamen olgunluğa doğru adım atmak mı ?

aralık ayında iki hafta üstüste ank.araya gidiyor, sevgiliyle vakit geçirip, onu askere uğurluyorum, sonraki hafta spkya girip, en nihayetinde ev arkadaşım baş çiçisanla birlikte kalıyoruz. iki asker uğurlandıktan sonra, bu evin nasıl bir yer olacağını çok merak ediyorum. çok feminen, çok spor dolu, çok yeni tarifler ve dizilerle dolu olacak, hissediyorum.

en güzeli de aileyle geçirilen vakit olacak sanırım,

aralık, hoşgeldin.

20 Kasım 2011 Pazar

#234

birkaç kim dolu satırım var. kusmasam olmazdı.

kötü zamanında yanında olmak istediğim, bana işe yarar hissettirmesinden ziyade, gerçekten deiyi olmasını istediğim biri var. tatlı bir geçmişle bağlı olduğumuza inandığım, ama nedense onu inandıramadığım biri var. yaş 25, bahaneleri ne aklım, ne kalbim yutuyor ama dilim kusma raddesinde değil henüz. herkesin hayatı kendine diyorum, tam ipleri bıraktığımda, onun ipe tırmandığını görüyorum. ucundan yakalıyor, sonra tekrar inişini görüyorum. ben artık o ipi tutmak da istemiyorum.

riyakar olmasaydı, tatlı geçmişi uzatırdık. insan dediğin eşref-i mahlukattır, eşref dediğimde şerefli bir şey..

19 Kasım 2011 Cumartesi

#233

yine kulakta adele, kalpte sevgili ve eski dostların/görüşülmeyenlerin birbir su yüzüne çıkması. bugün grupanyadan fırsat ile aldığımız günlük fener & balat turuna katıldık. istanbulun yerlisi olmadan önce, turisti olmak istiyorum, sanırım kendimi uzunca bir süre buna adayabilirim. 6 saat aralıksız yürümenin ardından, eve gelip sızdığımda bile rüyamda hala istanbulu geziyordum. istanbul tarif edemeyeceğim hisler kadar, kelimelerimin bittiği yer kadar güzel. daha nice turlar, hikayeler bekliyor bizi. ilk durağımız taksim / pera olacak, oraları öğrenip sonra diğerlerine devam edeceğiz, bencesi bir sonraki de boğazdaki tur olur, hangi yalı kime ait, hangi dizi nerede çekiliyor, agatha cristine'nin bir zamanlar kaldığı otel hangisiymiş vs vs.


bugün geride kalmışken, elde bir insanı dertlerinden çekmiş olmanın mutluluğu, newyorker olma yolundaki u. ile 3,5 saat konuşup 20 dakika geçtiğini sanma, güzel film tavsiyeleri kaldı. ah bir de eski sevgili konuşup, onun neden "eski" olduğunu anlamanın iç rahatlığı.

bir de yalnız yaşamanın hüzünlü tanımı döküldü parmaklarımdan " çay demlemek yerine, poşet çayla idare etmektir yalnız yaşamak." onunla yaşamak istiyorum artık.

13 Kasım 2011 Pazar

#232

kurban bayramını bile geride bırakarak, kasım ayını bitirmek üzere hızla ilerliyorum. bazen zamanın hızın yetişemediğim oluyor, hani ensevdiğin an bir anda biter de, dersten sıkılıp tenefüsü beklerken dakikalar geçmek bilmez, aynen  o hesap benimkisi.



bayram tatili olsun diye günleri saydıkça saydım, sonra bayram oldu ve balon gibi hemencecik söndü. balondan arda kalanlar ise, aşk dolu güzel bir hafta ve istanbul turu oldu. fransada yaşamış ve interraile gitmiş biri olaraki bir türlü istanbulun hakkını veremediğimi düşünüyorum. istanbulda nerede kahvaltı yapılır, en iyi türk kahvesi nerede içilir, kapalıçarşının en iyi takıcısı / dericisi  sahtecisi kimdir, ilk yeraltı camii nerdedir, vapura binip de iki kıta arasını geçerken görünen camiler hangisidir, tarihi yarımadada neler vardır, istanbulun gezilecek yerleri nerelerdir sorularına verecek yanıtlarım yok gibi hissediyordum. belki çok alakasız yönlerini biliyordum istanbulun, ama turist gözüyle bakmayı bir türlü beceremiyordum. nihayet sevgilinin son gelişiyle birlikte kendimizi yollara vurduk. yine tam anlamıyla istanbulu kavradığımı düşünemiyorum, ama zamanla hepsini yalayıp yutmak niyetindeyim.


vaktimizin çoğunu sultanahmete geçirdik diyebilirim, gülhane parkından tut, ayasofya müzesine, hürrem hamamından tut, sultanahmet camiisine, yerebatan sarnıcından alman çeşmesine, hopon hop off turist otobüslerinden, meydandaki sahlep satanlarına, yılanlı sütundan ibrahim paşa sarayına kadar iyice sindirdik sultanahmeti. beyazıt / kapalıçarşı ve mısır çarşısı bayram sebebiyle kapalıydı ne yazık ki.
bence sultanahmet camii ayasofyaya binbasar, her ne kadar daha süleymaniyeyi görmemiş olsam da, çiniler beni aldı götürdü. meydanda en beğendiğim yer, alman çeşmesi oldu, küçük bir sunak ve içinde düğün yapma hissi uyandırıyor bende.

muhteşem yüzyıl dizisinden sonra, çıkan trendler ile, kanuninin hürrem için yaptırdığı hürrem hamamı da tekrar hizmet vermeye başlamış, giriş 70 euro / 140 tl. ortalama bir hamamdan her şeyiyle 40 a çıkıldığını düşünürsek, büyük paralar bunlar ama buna rağmen inanılmaz bir rağbet var. hamamdan çıkanların söylemine göre, muhteşem bir deneyim hürrem hamamı. altın kaplama musluklar, hamam tasları, ipek peştemaller, zeytinyağlı sabunlar ve köpük masajı bütün bu paraya değiyormuş. takip edilirse fırsattan yararlanılarak da gidilebilir, "param olursa yapılacaklar liste"me bunu da hemen ekliyorum.

sultanahmette ispark sağolsun bisiklet de kiralanıyor, tam bir turist cenneti, yolları da çok müsait bir sonraki gidişimde bunu da denemek istiyorum. sultanahmet meydanında four season oteli bulunuyor, eski hapishane olan otelin yanında, seven hills diye bir otel var, tepesindeki terası ve restoranı muhteşem. aslen balıkçı olan mekana, havalar güzelken gidip, terasta boğaz manzarasının tadını çıkarmak gerekiyor. tabii gitmişken, eski usül macun yemeden, sahlep içmeden ve sultanahmet köfecisinden köfte yemeden dönmek, pek ayıp olur.

ps: hop-on hop-off turist otobüslerine biniş 19 euro / 38 tl. otobüsler aynı hat üzerinden saat başı geçiyor. alınan biletler 24 saat geçerli, istediğiniz durakta inip, istediğiniz otobüse binme lüksüne sahipsiniz, bunu denemek de "param olursa yapılacaklar liste"mde yer alıyor. yurt dışında olsam 19 euroyu çatır çatır veririm de, burda 19 euro karşılığı para vermek ağrıma gidiyor.

30 Ekim 2011 Pazar

#231

son üç günüm sadece tek bir şarkıyı dinleyerek ve her defasında dolu gözlerle "seni çok seviyorum" temalı mesajar göndererek geçiyor. neden bilmiyorum, bu şarkı sadece sevgili nezdinde değil, arkadaşlar nezdinde de içimi hırpalıyor. - adele, someone like you-

haftasonu ankaradaydım, dolu dolu geçen two and a half day oldu benim için. cuma günü erkencikten ataşehirden yola çıktım, bi saat otobüs bekleme süremle birlikte, 5 saatlik yolu 7,5 saate aldığımı söylesem, biraz ilkel olur sanırım. bol bol okudum, uzun zamandır aklımda olan satırların arasında akıverdim, çoğunda elimi ağzıma kapatıp "yok artık" nidalarına büründüm içten içe. kitabın bir kısmını otobüste bir kısmını dönüş yolunda uçakta, tekrar otobüste, takside okusam da bitmedi. sanki sonsuzmuş gibi, bir an evvel de bitmesini dilermişim gibi bir kitap iskender. ne tam ısındım, ne nefret ettim. ihanet altındır tadında, araya  başka kitapları serpiştirdim ama dönüp dolaşıp yine iskenderi bitiremedim, şimdi son 78 sayfa artık ne kadar sürünecek elimde, göreceğim.

ankara sanki hiç değişmiyor, soğukluğu dudaklarımı kavurup yara yapsa da insanı yormayan bir sakinliği var ankaranın. istanbulun keşmekeşinden uzak, sakin, telaşsız istanbulda hayat sanki hep bir yere yetişmeye çalışıyor gibi hızla geçiyor. cumartesi günü aile saadetinde saat 12lerde bitmek bilmeyen bir kahvaltıyı babamla üç beşlik tavla ile süsledim, sonrasınd uzun uzun muhabbet ettik gözyaşlarıyla, babam bile ağladı. bu kadar uzun zamandır, yük taşığımı ben bile gözyaşlarına boğulurken fark ettim. sonrasında tatlıya bağlayıp hikayemizi, kardeşle alışverişe/ yemeğe çıktık. aramızda sekiz yaş da olsa, sanki büyüdükçe yaş farkımız kapanıyor, artık 5-6yaşmış gibi, nice zaman sonra 3-4 gibi olacak ve sonrasında hep denkmişiz gibi olacak ama ablalık misyonumdan vazgeçebileceğimi sanmıyorum.

cumartesi akşamını yeni evli arkadaşın ev ziyaretinde geçirdik sevgiliyle, ne kadar evlenmem bana göre değil desen de, evli birinin yanına gittiğinde anlıyorsun o hayatın da güzellikleri olduğunu. bana  hala, ne kadar ertelersek, yaşayacak o kadar çok şeyimiz olur gibi geliyor. elimiz pastamızı alıp gittik, 4 + 1 evin içinde, iki kişi yaşamalarına, iki odalarının boş olmasına aldırış etmedik. tatlı tatlı sohbet ettik, anılarımızı tazeledik. istanbulda bi hayat kurmuş olsam da, aklımı orda bırakan çok insan var, insan istiyor ki sevdikleri hep yanında olsun. ü apansız sordu akşam, kalır mısın bizde dedi, adettendir yeni evlinin evinde kalınmaz ya, eşi de kal hadi dediğinde, belki de evlilikerin değiştiğini düşündüm, ama içindeki eski kafalı izin vermedi kendime, kalamadım. ü. çocuk gibi bozulup, o zaman size kahvaltıya geleyim dediğinde,  hiç hayır diyemedim.

pazar kahvaltımız, özlem dolu cümlelerle ve bol gözyaşıyla, kadınsı muhabbetlerle geçti. annemin de bu konuların içinde olması, büyümemizin kaçınılmaz yanıydı.

ben ankaradan dönmeyi istemedim bu sefer.

23 Ekim 2011 Pazar

#230

sevgili ile geçen günlerin ardından, birkaç gün işyoğunluğu ve stresi ile boğuşup, cuma günü annemi ağırladım. kamilkoçun dönüş 1 tl bilet kampanyası ile gelip gitti. cuma akşamı ona sevgilinin aldığı "çalışan kadının yemek kitabı"ndan cevizli kabak kavurma yaptım, bir de hayatımda ilk kez deneyerek soğanlı tarhana çorbası. ya gerçekten çok beğendi, ya da kendi sahamda beni üzmemek için beğenmiş gibi yaptı, bilemiyorum. cuma yemek sonrası teyzemleri ağırlayıp, keyiflisinden koca bir demlik çay demledik, sigaraların biri yandı biri söndü, kahkahalar otoparkı çınlattı ve saat ikide sızıp kaldık.

cumartesi sabahına, o çok meşhur böreği yapıp kahvaltıya gittik, aile yemeklerine kahvaltılarına çocukluğumdan beri bayılırım. ben kendimi bildim bileli, bizim ailemiz hep kalabalıktır, bir araya toplanmalarımız min sekiz ile başlayıp 30-35lere kadar çıkıyor. nerde çokluk orda bokluktan ziyade, kalabalık aile candır mottosu ile ilerliyoruz hayatta. hepimizin eksileri var, sevmediğimiz yönlerimiz illa ki çok ama bir arada dururken, kabullenmeyi öğreniyoruz.

teyzem sabah kahvaltısına renk verip, reiki dersinde öğrendiği nefes alıp verme tekniklerini börekler ve sucuklardan sonra bizimle paylaştı, gülüşmelerimize bir başöğretmen edasıyla kızıp, tüm ciddiyeti ile bizleri terbiye etmeye çalışırken, bir şeyler kaptık nefesle ilgili.

cumartesi günü kahvaltı sonrası soluğu taksimde aldık, tünele kadar yürüyüp, galata kulesinin ordan hamursuz fırında biriken'in video gösterimini izledik, mini kahkahalar eşliğinde, enteresan tipler ile karşılaşıp, pek sevdiğim yazar özen yula ile ayakastü lafladıktan sonra, soluğu karaköyde aldık. orada bankalar caddesinde, kendi bankamı osmanlı tarihi içine gömülü halde bulunca, pek bir gururum okşandı nedensiz. gelen turistler bile, bankayı parmakla gösteriyorlardı. sonrasında tramvaya atlayıp sultanahmete gittik, eski cezaevi olan four seasons otelinin karşısında seven hills diye bir otel bulunuyor, onun restoranında çayları yudumlayıp, nautilus'un bitişiğindeki darix togni sirkine gittik kuzenlerle. darix togni su sirki olarak geçiyor, çocukluğundan beri pek sirk kaçırmayan ben, gönül rahatlığı ile darix togninin bugüne kadar izlediğim en iyi sirk olduğunu söyleyebilirim.

yavru bir aslan ile fotoğraf çektirdik, kucağımda yavru aslanı severken, cape town ziyaretimi de "param olursa kesin yaparım" listeme ekledim. pazar gününü de hala ile geçirip, azcık da cadde semalarında soluklanarak geçirdim.

en güncel havadis, sanırım sevgiliyi aralıkta askere gönderiyor olmak. "askere giden erkeğin, kız arkadaşı olmak" temalı yazıları önümüzdeki 6-7 ay boyunca küçük ipuçları eşliğinde bu blogdan takip edebilirsiniz. biz iki ev arkadaşı olarak, sevgililerimizi eşzamanlı askere gönderiyoruz.

"today is better then yesterday, tomorrow will be better then today."

#229

sevgili uzunca bir süredir istanbuldaydı, istanbulun tadını çıkarmak olgusunu yaşayarak öğrendik ama istanbul kocaman daha çok çok uzun bir yol bizi bekliyor.  o burdayken filmekimine denk geldi, önce gmall'da şeytanın ikizi filmini izledik bir perşembe akşamı, sonrasında uzunca bir yürüyüşün ardından, evimize geldik. cumartesi günü de beyoğlu sinemasında aşkın formülü yok'u izledik. asperger sendromunu konu alan adam filmini izleyip, bu hastalığa neden bilmem merak salmıştım. o yüzden de bu film ekimi benim için çok verimli ve güzel iki filmle dolu geçti. festival bitiminde evimizde şarap kadehlerimizi tokuştura tokuştura tost'u izledik. filmekimi biletlerinin çoğunun lalekartlılara satılmış olmasına en başta kızsam da, izlediğim iki filmin şahaneliği bütün bir festivalin bendeki eksikliklerini kapadı.

festival sonrası taksimde, hollystone ile buluştuk, blogger arkadaşlığı bazı insanlar nezdinde derinlere gitmeyi becerebiliyor, zaman aşımına uğramamış halde, uzun süre sonrasında dertleştik. o iş bulup istanbula döndü, ben de görüşmediğimiz zamanda olanları, istanbulun bende yarattığı değişimi anlattım. kendi kurduğum cümleler canımı yaktı bazı bazı "kime güvenip, istanbula geldiysem en çok onlar yüzüstü bıraktı beni" derken, gözlerim dolu doluydu. aslında kimseye de güvenip gelmedim, sadece burada olduğumda bol bol görüşürüm sandığım insanlar, hep yarı yolda bıraktılar. en sevdiklerimin zaten ankarada olduğunu anlamam için, sanırım orayı terk etmem gerekiyordu.

insanın en yakın arkadaşlarını kavraması, dostum dediklerini ayırt edebilmesi için, kendi düğününü tasavvur etmesi gerekiyor, en özel gün denen zamanda, yanında kimleri görmek istediğini sıraladığında fark ediyorsun her şeyi. iki senedir konuşmadığın insanı, düğününe çağırabiliyorsan, bil ki temelin sağlam.

bir yanım büyüyor, bir yanım hiç sorumluluk almadan kaçmak istiyor, sonunda bu döngünün içinde hızlıca günleri peşpeşe dizip yaşıyoruz..

15 Ekim 2011 Cumartesi

#228

ekim gelsin sabırsızlanıyorum demişim bir önceki yazıda, çaktırmadan ekimin ortası oluvermiş yokluğumda. babam geldi, onunla vakit geçirdim. babam burdayken, işten çıktığım bir akşam h.alama gidiyordum akşam yemeğine, çılgıncasına kalabalık bir otobüse bindim, otobüsün en arkasında kapının tam dibinde, su yüzeyine yaklasan balıklar gibi tıkış tıkış hasanpaşaya kadar geldim. tam kapı açılırken ayağımın üzerinden geçti, tarak kemiklerimi tek tek hissetim, içimi kavuran bi acıdan sonra tansiyonum düştü, bi anda buz gibi ter damlaları dökülmeye başladı yüzümden ve sonra ilk durakta atlayıverdim otobüsten. kendimi zor attım, kocaman mantarlardan birinin üzerine oturup, kustum. sarhoşken bile eve sakince döndüğüm akşamlardan sonra, böylesine bi acı yüzünden, o halde olmak ağrıma gitti. nerdeyse bir buçuk senedir istabulda tek yaşıyorum ve yalnız hissettiğim ilk gün bu oldu. aklıma ilk gelen aranacak kişi ise yine babamdı, eminim ki kimi arasam yetişirdi, ama yine de sadece babamı aramak istedim.

istanbul güzel, istanbul keyifli ama insanı kendi içine kapatan bir yanı var, hırslandırıyor, yalnız bırakıyor, yersiz bir gurura sevk ediyor, kızdırıyor,sonrasında yine başa dönüp sevdiriyor kendini.

her şey hep kolay, hep yolunda olacak değil ya. böyle böyle istanbul seni kendinle yüzleştiriyor.

25 Eylül 2011 Pazar

#227

yalnızlık girişimi vol. #1

bugün kendime bir şeyler yapabilmeyi denedim, en azından birazcık yürümekle başladım. önce koşuyolundan çıkıp nautilusa yürüdüm, düşünmeye çalıştığım şeylerin hiçbirine odaklanamadım, kafam dağıldı, yüzüm güldü affettim. kendimi alamayıp hasanpaşaya doğru devam ettim, sonra minibüsle büyük teyzeye kahvaltıya gittim. 87 yaşındaki birinin ilkokul dördüncü sınıf anılarını dinledim, 12 yaşında babasına suböreği açışına şaşırdım ve sonra zamanda yolculuktan sonra günümüze geldim. çeşitli düğünler dinledim, onların gözüyle modern dünyaya baktım sonrasında göztepeden çıkıp, erenköye kadar yürüdüm. neden bilmiyorum yürümek yetmedi bugün. forrest gumpın run forrest run sonrası durmak bilmeyen hali gibiydim. halayla buluşup babanneyi de alıp, üç nesil bi aradalığın sefasını sürdük.  koçtaşa çiçek bakmaya gittik sonra, türlü çiçek türleri arasında dolanıp aradığım şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım ama hiçbiri içime sinmedi. çiçek desenli saksılarında erica denen bir çiçeği beğendim, ama saksıların küçüklüğünden vazgeçip öylece bırakıverdim onları.

eve elim boş dönmüş olsam da, aileyle geçen bir haftasonu bana iyi geldi. özgürüm rahatım demek iyi hoş da, insan ailesinin yanını özlüyor, belki yanlarındayken çabuk sıkılıyor ama yine de özlüyorum.

eylülün son haftasına girdik, tatlı bir sevinç içindeyim. hemen ekim olsun istiyorum, h.alama süpriz ba.ba.m gelebilirmiş beşinci k.emoterapiye yetişmek için. zaman hızla geçerken, bu hafta kendime sözüm verilesi bir kilo bol yürüyüş ve iskenderin bitişi oldu. deadline:  2 ekim/pazar.

24 Eylül 2011 Cumartesi

#226

Kırılmaz bir kalp isterdim.

#225

günler peşisıra devriliyor, iş açısından kötü bir haftaydı, hem ekip olarak eksik çalıştığımız hem de benim hata yaptığım cuma ile sonlandı. problemlerler çözülmez değil, benden kıymetli mi, nolcak ki hata yapa yapa öğrenilir vs vs ama insan stres olmaktan kurtaramıyor kendini. 35imde büyük ihtimal ülser olmuş veya egzaması cosmuş bir karaktere dönüşebilirim. hayatta bazı şeyleri takmamanın yolunu öğrenebilmeyi isterdim, bazı insanlar nerede yetişiyor da bu kadar umursamaz oluyor merak ediyorum, veya insanlar bu kadar çok şeyi nerden biliyor. yine körelme dönemleri nüksetti, belki de hayat için, bişeyleri başarmak için kendimizden çok veriyoruz, sonra verdiklerimizi yerine koymak için daha çok çalışıyoruz olamaz mı? *fight club kafası.

içimde bir olumsuzluk, bitmedi gitti eylül ayı diyorum. halbuki ekim nice güzelliklere gebe, önce filmekimi başlıyor, sonra kuzen geliyor bienaldeki bir gösteri için taa parislerden, sonrasında an.kara yolları, kasım dediğin bayram üstü eğitim zaten, hoop aralık. derken b.nin sevdiceğini askere uğurlayıp, ocak ayında eve çıkışımızın birinci senesini kutluyor, 14 şubatla sevgililer gününü devirip hooop mart ayında adanaya gezmeye gidiyoruz. zaman hızla akıp geçerken, hayattan neler istediğime karar vermeye çalışıyorum, sanki tam ne istediğimi bilirsem almam o kadar kolay olurmuş gibi.

kafamda şöyle planlar var, her zaman istediğim ama hiçbi zaman beceremediğim sporu hayatımın içine, günlük rutinime dahil etmek, haftada bir kitabı devirmek, birazcık sosyal sorumluluk tadında, barınaklara gidip, sokak hayvanları için bir şey yapabilmek, istanbulu gezmek -tarihi yarımada özellikle- , sonunda bir yemek kursuna başlamak ve evde yeni şeyler denemek vs vs..

düzen dediğin kolay kurulmuyormuş, istanbula taşınalı 16 ay oldu, eve çıkalı 9 ay hala birtakım şeylerde eksik hissediyorum kendimi, bugün e. yaşam koçuna gitmem lazım dediğine, aklıma yatması bu sebeptendi belki. ne kadar büyük şeyler başarırsam başarayım, yine de kabıma sığmak bilmiyorum, yetmiyor, yetinemiyorum. doğru olan şey ne ise, karşıma en yakın zamanda çıksın, başka bir şey istemiyorum.

22 Eylül 2011 Perşembe

#224

19 eylülün üzerinden, kendime dönüm noktası bellediğimden beri o günü, pek de fazla bir şey değişmedi, sadece "sende bi ışıltı var, gözleri gülüyo" cümleleri dökülüyor herkesin ağzından. aşık mı oldun hayırdır diyen bile oldu, aynı insana birkaç kere aşık olabilmek söz konusu mu cidden? belki de uzaklığın getirdiği bir haldir, her defasında hep uzak ama aslında yakın, hep bihaber ama aslında hep haberdar bi şekil...

işten son bir haftadır 9da çıktığımdan, sadece iş çıkışlarında yürüdüğümle kalıyorum, planlarım başkaydı gerçeğim başka oldu ama zamanın olduğunu bilmek güzel. bu haftasonu aile ortamlarında geçecek kendimce, yarın akşama teyze/kuzen derken, cumartesi hoop halayla bi kahve, belki bi sinema yaparız efeyle, sonrasında pazar büyük teyzelerle kahvaltı.. keşke günün geri kalanı da evde geçse.

bir tutam cennet denen film, tam depresyonlukmuş kuzenin söylemesi, onu izleyip, iskenderi bitirmek geçer gönlümden pazar ama bakalım.

bugün eve yavru kedi aldık kapının önünden, köpek neyse de kedi zor zanaat, öyle atlamalı/sıçramalı hayvan kategorisi benim tarzım değil pek. azcık yedirdik, biraz fatmagül izlettik, uyuttuk, gazını  çıkarttık ve sokağa tekrar saldık. evin yolunu bilsin ama sokak kedisi olsun istiyoruz, dilerse gelsin, kışın başını soksun sokaklarda ıslanmasın diye, sonrasında yine de gidiyorsa buyursun sokaklar onun. eve alıştırıp sokağa atan canilerden olmak istemedik.

fatmagül demişken, televizyonda ng wild sonrası tek zevkim, belki de b. ile klasik haline dönmesinin payı vardır. hiçbir şey perşembe akşam planlarını bozamıyor, perşembe akşamları biz çayımızı demleyip, double dating yaptığımız kanepeye kurulup, kerime iç geçirmeye başlıyoruz. beren saatin rol yeteneğini takdir edip, izlemediğim aşkı memnu anııları eşliğinde birkaç saati deviriyor, son reklam arasından önce tam 11de çılgınca esniyoruz. vücut saati denen şey, bizim için tıkır tıkır işliyor, tam 11de esniyoruz.

sonrasında ise, tıpkı şimdiki gibi blog yazıp, sörfümüzü yapıp yatıyoruz. eylül ayı iyi başladı, kötü devam etti yarın cuma, son haftasına giriyoruz ve eminim ki ekim şahane gelecek sonbaharı sevmem, ama güzel şeyler getirecekmiş gibi hissediyorum bu aralar.

19 Eylül 2011 Pazartesi

#223

.... neresi açık adresin neresi yören?

19 eylülü miladım ilan ediverdim kendimce. öylesine büyük birgün olduğundan değil, başıma önemli şeyler geldiğinden de değil, sadece bugün, bugünün sabahında kafama taktıklarımı listeledim, canımı sıkan, beni son zamanlarda buruklaştıran şeyleri. beklediğim kadar madde çıkmasa da, kayda değer bir şeyler yakaladım.

beni son zamanlarda en çok üzen şeyin insanlarla ilgili olduğunu fark ettim, bir şekilde hayatına devam eden bir güruh insan var. bense hala insanların yaptıklarını/yapmadıklarını kafama takabiliyorum. bu işler böyle yürümez s. hanım diyerek silkelendim. ilk karar hayatta biraz bencilleşebilmekle ilgili, aslında tam bencil olmak da değil, üzerinde fazla durmamak diyelim. bir insan varsa vardır, yanımdaysa yanımdadır ötesine gidemiyorum. sosyal olmak adına, lüzumsuzluklarla hayat doldurmak faslı bitti. hemen bir liste yaptım bunun için de, iyisi mi düğünü düşüneyim dedim, kimler olmalı listede. çok uzun zamandır görüşmediğim, hatta konuşmadığım arkadaşlarımı da ekledim, bi baktım ki en uzaktakiler en yakınımmış meğer. annem söyleyip dururdu, büyüyüp daha çok insan tanıdıkça, çevren daha da daralır diye, şimdi tam olarak bunu yaşıyorum.

sporu hayatın içine almak var ikinci sırada, daha çok yürümek, daha çok daha çok..içimde tuttuğum o vadeye kadar, kafamdaki kadın tipine bürünmek var en çok. tam kim olduğunu nasıl olduğunu ben de tarif edemiyorum ama gün gelip de "hıh işte" diyeceğim bir an olduğunu seziyorum. bunun içinse verdiğim vade, 1 nisan. * bankacı olmayagör, her satırında bir vade söz konusu. o hedefe varana kadar ki duraklardan birinde, saçlarımı küt kestirmeyi düşünüyorum. kendime bir nevi armağan, dümdüz küt saçlar!

işle ilgili de öğrenmem gereken çok fazla şey var, baya bir eksik olduğum alan var, eğitimlerle destekleyerek ilerlemeye çalışıyorum. ekip çok kalabalıksa ve herkesin belirli bir düzeni varsa, fırsat bulup da iş öğrenip sonuçlandırmaya vakit olmuyor ne yazık ki, ama kendimi şiddetle geliştirmek niyetindeyim. önce elimdeki işleri tamamlayıp, sonrasında yeni firmalarımın talepleri doğrultusunda öğrenmeye başlıyorum.

okumak istediğim kitapları listeledim, çoğu son zaman bestsellerlarından oluşuyor, birazcık evrenden torpilim var, siktir et, meleklerle yaşamak kafası. belli bir alana kanalize olup, evde olmak istiyorum.
sonrasında halamla son iki kemoterapisinde daha sık vakit geçirip, yanında olmak istiyorum. halam bugün ona bahsettiğim annesini kanserden kaybetmiş arkadaşımı görmek istediğini söyledi. "onunla sohbet etmek istiyorum, bir kahve içelim" dedi. hemen  cumartesi günümü ona verdim. ailem uzakta olduğundan, kendimi buradakilere vermek, özellikle her zaman halamla olabilmek biçok şeyden öte benim için.

ilk başlarda, sanki sürekli bir yerlerde olsam, sürekli gezen olsam dışardan iyi görünür gibi geliyordu, şimdi kendi başıma bir hayatımın olması daha cazip geliyor nedense. arada ince bir çizgi var sanırım kendini içe kapamayla, kendi hayatını yaşamak arasında. ben yalnız başıma pek iyi şeyler başarabilir bir insan olmadığımdan, zorlanıyorum ama her defasında kendimi alıştırmaya çalışıyorum. mesela yakın zaman planlarım içinde, tek başıma bir kahve içmeye çıkmak bir de sinemaya gitmek var.

sevgilinin uzakta olmasının, aralarda kilometrecelerce yol olmasının bazı güzel yanları da yok değil, hiçbir şey yoksa bile kendinle daha fazla vakit geçirmek zorunda kalıp, kendini ister istemez tanıyorsun. sevgili eskiden çok yalnızdı, yalnız kalmayı severdi, ben de insanlarla olayım, sürekli bir kalabalık içinde yaşayayım isterdim. şimdi o yalnızlıktan korkar oldu, ben de insanlara tahammül edemez. her ikimiz de birbirimize karşı anlayışlı olalım derken körle yatan şaşı kalkar hesabına dönüp yerleri değiştirdik..

daha çok & çeşitli yemek yapmalıyım, istanbulu gezmeliyim, lomomla daha çok kareler yakalamalı, fener/balat taraflarını gezmeli, pier lotiye daha sık gitmeliyim, filmekiminde filmler izlemeli, sonra ankarada soluklanmalıyım. küçük kaçamaklar yapmalı, birazcık daha hareketli yaşamalıyım. sonrasında evimin tadını çıkarıp, birazcık soluklanmalıyım. daha çok yazmalı daha daha çok okumalıyım bencesi.

19 eylül biterken, adımlarımın hızlandığını hissediyorum.

16 Eylül 2011 Cuma

#222

bilmediklerimi artık öğrenmek de istemiyorum, doymuş gibiyim hayata.

yalnız kaldığım her an aklıma kötü düşünceler üşüşüyor, son zamanlarda kendimi yetersiz ve çirkin hissediyorum. yani spor yapmamak, sevgiliden uzak olmak, başarısız olmak gibi. kendimi işime ne kadar verirsem vereyim, sanki asla yetemiyor, doğru olan işi bir türlü yapamıyormuşum gibi. üstelik övgüler alıp, hızlı öğreniyorsunları duyarken.. bu aralar kafamı zengin insanlarla ve bi' şekil para kazanabilen insanlarla bozmuş durumdayım. bendeki bu "kendi ayaklarım üzerinde durmalıyım" tribi nerden geldi bilmiyorum, çoğu insan gibi rahat olup, başım sıkışınca annemlere danışabilmeyi isterdim, bense bokumla dövüşürcesine, inat ediyorum. sanki onlara ispatlamak ister gibi bir halim var, halbuki bu yükü artık çok da iyi taşıyamadığımı pazar günü kaçırdığım uçak yüzünden ağlama krizine girdiğimde anladım.

2012'de kıyamet kopacağından, artık öleceğimizden emin olsam, neye üzülürdüm emin olamıyorum. bi' seyşellere gidememek yakar herhalde canımı. hayatta istediğim her şeyi yaptığımdan değil de, sanırım artık yapılabilecek şeylerin sonsuz olduğunu fark ettiğimden. yaptıklarımızın yediklerimizin gezdiklerimizin her zaman biraz daha üstü var ve başkalarına yetişmek her zaman mümkün olmuyor, illa birileri birkaç adım önde olmayı, bişeyleri önceden yaşamayı beceriyor. sanki bize tanınan tek hak, başka insanların dünyalarını keşfetmekmiş gibi, dünyanın sundukları ile kendimizi özel hissetmemiz neredeyse imkansız.

ufak ufak başlıyor, önce temel ihtiyaçlarını alıyorsun, sonra eğitimini tamamlayıp işi buluyor kendi evini kuruyorsun, zorluklar bitince soluklanmak isteyip tatile gidiyorsun, sen tatilde çeşmedeyken birilerinin maldivlerde olması canını sıkıyor, heves edip güçbela bir fiat alıyorsun, köprüde yanından geçen porschelere eşşsiz güzellikteki primavelara takılıyor gözün, şükrediyorsun, sen iphone 4 aldım diye sevinirken, o 5in siparişini çoktan vermiş oluyor, sen öğrenip başardım sanırken, birileri onun dersini veriyor oluyor.. birileri sanki hep fazladan yaşıyormuş gibi.

bana kalan, ilk yapabileceğim şeyler yok mu sanki, kötü hissediyorum..

yine de, parçalı bulutlu mutluyum.

13 Eylül 2011 Salı

#221

duvarda lilleden türkiyelere kadar taşınmış kafete kuş stickerları, zigonların üzerinde herbiri ayrı bir yolculuğu anlatan içki şişeleri, masada herbiri ayrı bir özel günü anlatan kurutulmuş güller, filmler, yolculuklardan kalma dergiler. ikeadan alınma kocaman bir hasır sepetin içindeyse dvdler, poşet içinde satılanlardan..mevsim geçişlerine hazırlıklı bir polar battaniye ve sessizlik evimin şu anki durumunu özetliyor. bir hayvan almayı çok istiyorum bu eve, ama sonra o sorumluluktan tedirgin olup vazgeçiyorum, biliyorum ki yavru kediyi çok sevdiğim halde, büyüdüğünde tedirgin olacağım varlığından, biliyorum ki bir köpek alsam bakabilirim ama sonrasında bana ayak bağı olduğu zamanlar için ona kızabilirim. bilemiyorum, bu tür sorumluluklara henüz hazır değilim.

ben ki pazar akşamı, kendi elimde olmayan sebeplerle hayatımda ilk kez uçak kaçırdığım için gözyaşlarına boğulmuşum, böyle sorumlulukların da altında kalırsam, pek sağlıklı bir birey olacağımı sanmıyorum.

15inde fno nam-ı diğer fashion night out'umuz varmış, geçen sene caddedekine gidip, vakko önünde televizyonlara çıkmışlığım var ama kendime pasaport çıkartmak için para biriktirmeye söz verdim o yüzden hiç ama hiçbir yere çıkabileceğimi sanmıyorum. eylül ayı benim için bitmiştir, zaten zaz konser biletleri de tükenivermiş, ekim ayında festival dışında kafamı pek çıkaramam gibime geliyor. filmekimi filmlerimi de seçmedim henüz, zaman daralıyor. kendimi bir an önce kasımda sevgiliyle, sonrasında martta bir hafta sonu kaçamağı olarak adanada görmek istiyorum.. aldığım her şeyin ve çektiğim kredinin taksidi bitmiş olacak, ve ben de kendi başıma kurduğum evin birinci senesi gönül rahatlığı ile kutlayacabileceğim.

uyku bastırması.

8 Eylül 2011 Perşembe

#220

kaş yaparken göz çıkarmak deyimini anlatan birkaç örnek ekte verilmiştir, küveti çamaşır suyuyla temizleyeyim derken banyo paspasından ve ayak havlusundan olmak, masa örtüsü uçmasın diye üzerine cam küllük koyup, ilk rüzgarla küllüğün kırılışını duymak, soğuk su içmek için bardağı buzluğa koyup, unutmak, sonrasında kırılışını izlemek, arabada sevgiliyi öperken, öndeki arabaya çarpmak * tam da köprü trafiğinde*

koleksiyoner olmaya karar verdim ben, anıları biriktiriyorum.

#219

31 ağustos akşamında, çılgın bir trafikte b.nin arabasına atladığım gibi sabiha gökçen yollarını tuttum. istanbul trafiğinde araba kullanmak pek aşina olmadığım bir aktivite olsa da, üstesinden geliverdim. navigasyon cihazı olmadan yol bulabildiğim için kendimle gurur duyarken, karanlık yollarda korkuya kapıldım. sonra onu buldum, gelen yolcu bölümünde kocaman valiziyle bekliyordu. kırmızı arabamda gergin beni görünce yüzüne gülümsemesini yerleştirdi. onu sürücü koltuğuna, gülümsemesini kendime, valizini bagaja aldıktan sonra evimize geldik. kalbim öyle açık öyle açık ki sanki tek işim onu sevmekmiş gibi geliyor. korktuğum sevgilisi = hayatı insanlardan oldum, meğersem herkesin bir bildiği varmış. kızlara sinirlenirdim, ne zaman bişey yapmak istesek "sevgili" engeldi önlerinde, meğersem sevgili dediğin engel değil, onsuz bişey yapmaya gönlünün razı gelmediğiymiş.


perşembe sabahının tatil olmasını bilerek, ortaköye attık kendimizi. o çok sevdiğimiz boğaz kokusunu içimize çeke çeke house'da kahvaltı ettik. çılbır yedim, adını hep duyup da yemenin nasip olmadığı çılbır sabah kahvaltısı için o kadar ağır ki... brunchta tek başına yense yeridir, tabii içindeki yoğurt uykku üzerine uyku getiriyor. ordan kalkıp kanyona attık kendimizi, gezdik dolandık, sonrasında perfect senses'ı izledik. dram kelimesini tam anlamıyla yaşadık filmi izlerken, boğaza düğüm serisinden.


macrodan birazcık alışveriş yapıp, petshoptaki muhteşem chow chowu sevip, remziden 16 aylık ajandamı aldıktan sonra eve geldik. ilk kez gavurdağı salatası yaptım, tek başına yense bile doyurucu bi' salata oldu, pek bi' sevdik. ankaradan gelme ev eriştesini de yapıp, yemek üzeri hımbıllık ile uykuya daldık.

cuma sabahında iş olduğu gerçeğiyle perşembe gecesi yüzleştim, alarm kurarken parmaklarım titredi sonra cuma geldi, işyerinde hiç ama hiçbir şey yapmadan geçiverdi. akşamına ise evde şarap & film keyfi: the romantics. *katie holmes dawsons creek modundan hiçbir zaman çıkamıyor, istediği kadar tomkat olsun.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

#218

tahammülsüzlüğe erken başladım ben. birkaç  gündür annecikle minik kardeş bende kalıyor. kurulu bir düzene dışardan müdahele var ister istemez, çok "friendly" karşılayamıyorum bu durumu. sürekli bir trip yiyor, sürekli bir memnuniyetsizlik bildirimleri alıyorum. ben yorgunum, güniçinde iki toplantı üzeri bir bebek ziyaretine gidince insanın hali kalmıyor. sevgiliye yetiş, ona üzül, bişiler organize etmeye çalış, banyo yapacakken musluğun bozulduğunu öğren vs vs.

hayat her daim gülmüyor ama dış etkenlere tepkisiz kalmak imkansız.

hadi pazar olsun artık, birazcık gülüp eğlenmem lazım.

23 Ağustos 2011 Salı

#217

zaman yine çaktırmadan geçti, anneyle küçük kardeş geldi, halamın üçüncü kemoterapi zamanı geldi, hikayeler anlatıldı, işler yoğunlaştı, ama hep mutlu olundu.

şimdi yine bir pazar geliyor, sonrasında koskocaman bir bayram tatili ve sevgili yine burda. bu seferki yapılacaklar listemiz biraz farklı oldu. darıca hayvanat bahçesinden ve turkuazoodan sonra gönlümden yeni açılan tematik akvaryum geçiyor, metrobüse söğütlüçeşmeden binip hiç içmeden son durağa kadar gidip, sonrasında tekrar eve dönmek istiyorum.  şileyi ağvayı polonezköyü rivayı kerpeyi kefkeni görmek istiyorum. istanbulun tarihi yerlerini de gezmek istiyorum, gizli şeylerin hepsini su yüzüne çıkarmak istiyorum.

öyle yanyana uzanmışken ben kitap okuyayım o da haberleri okusun istiyorum.

günleri sayasaya bitirebilirim sanırım.


22 Ağustos 2011 Pazartesi

#216

o yokken nefes alamıyormuşum gibi.

haftaiçinde, tutturduğum televizyona bakmak için iş sonrasında önce optimumdaki dartye sonra da electroworldlere gittik sırayla, alabileceğimiz en güzel televizyonu almak için tek kaldığı viaporta gittik. haftaiçi bir akşamda o kadar uzak bir alışveriş merkezinin kalabalık olmasını beklemiyordum ama olağanüstü bir kalabalık karşıladı bizi. televizyonu arabanın bagajına koyduğumuz gibi lunaparka attık kendimizi, yerde yükselip kendi etrafında dönene bir alete bindik birlikte. yüksekten korkarım ben, oralarda işim neyse. ona güvendim, sanki yanımda olursa hiç korkmazmışım gibi, halbuki gözlerimi kapadım, eline sıkıca yapıştım, şaşkınlıkla öleceğimi sanıp ona sonsuz sevgi sözcükleri sıraladım, yüksekteyken göz makyajım aktı, simsiyah bir suratla indim. erkek olsaydım, yanımda öyle bir kız varken yine de onu sever miydim kestiremiyorum..

bir sonraki haftanın hafta sonunda, onun gitmesine sayılı günler kala cumartesi sabahı soluğumuzu beylerbeyinde, deniz kenarı mekanların birinde kahvaltıda bulduk. neden her haftasonu kahvaltasında hisarın oradaki yerlerden birine gittiğimizi bilmiyorum, avrupaya geçmeden de kahvaltı edilecek yerler bulmak mümkünmüş. böyle şeyler okumak istiyorum bu aralar, istanbulun en iyi 10 dans yeri, istanbulun en iyi 10 oteli, en iyi 10 manzara en iyi 10 kahvaltı.. en iyi 10 listesini satsalar kesin alan ben olurdum. bazen evime kapanmak, bazen de bu şehri keşfedebilmek istiyorum.


beylerbeyinde, ekli fotodaki gibi bir kahvaltı yaptıktan sonra merakımdan patlayayazdığım turkuazooya gittik. dalabilmeyi çok isterdim, türkiye standartlarının üzerinde bir yer yapılmış bence. barselonada ve valenciada gezdiğim katana kadar akvaryumlarla aşık atabilesi olan bir yerdi. beklentilerimin çok üstündeydi, dolaşmak, o bilgilerin hepsin okumaya çalışırken aslında hiçbirini alkımda tutamamak acı bir tecrübeydi benim için. anne ahtapotun hikayesi çok acıklı itici bir hayvan olmasına rağmen. sıradaki akvaryum sevdam, floryadaki tematik akvaryum olacak büyük ihtimalle. bir de grupanyadan aldığım dolphinarium biletlerim var elimde hala.


ikeada azcık ev alışverişi yaptıktan sonra, soluğu caddedeki kırıntıda aldık.iki arkadaşımızı da kaptığımız gibi, keyifli bi yemek yiyerek yan bahçenin sonsuz oburluktaki kedisi ile oynayıp eve döndük.

evdeki 101 faslında söz etmiyorum bile. kumarın kraliçesi olmak isterdim.

pazar günü de,sabah kahvaltısına çengelköye gittik, tarihi çınaraltı kahvesinde çılgın bir kalabalık içinde kahvaltı ettik. çaylar geldi, yemekler börekler dışardandı. herkes hazırlıklıydı, biz acemiydik ama ortama ayak uydurduk. bu mekan aslında süper babadaki fikonun yeriymiş, bilenler ordan biliyor. istanbulda gizli saklı sandığım yerleri aslında bilen bir güruhun olması sinirimi bozuyor. onlar da benim için aynısını hissediyordur ama bazen kendimi herkesten çok istanbullu hissediyorum, halbuki bildiğim yerleri hep aynı. koysan sirkeciden öteye gidebilir miyim emin değilim, bilmek gerekir mi ondan bile emin değilim. ama sanki bir şeyi tamamen bilmeyince, kendimi bomboş hissediyorum, az bilmek bana hiç bilmiyormuşum hissi veriyor.

pazar günü de ümraniye ikea yaparak günümüzü sonlandırdık. bu kadar sosyalliğin ardından, eve kapanmak en doğal hakkımızdı.

#215

yazdıkça yazasım geliyor, bardağımın dibini görüyorum, kafam yavaştan güzel. otururken değil de, ayaklandığım an anlıyorum. böyle yalnız akşamlara çok ihtiyacım oluyor bu aralar, insanlara karşı bir tahammülsüzlük bendeki.


doubletree macerasından sonra, pazar gününü darıca hayvanat bahçesinde geçirdik. sultanbeyli ismini bile duymadığım bir yerleşkeydi benim için, ama yoldaki tabela okuma huyum kurusun, yavaş yavaş aşina oldum. kurumsal pazarlamacı bünyem için, o yol tam bir firma/müşteri cennetiydi. sayfalarca yazdım firma isimlerini, sonrasında hepsinin başka şubelerle çalıştığını öğrenmek keyfimi kaçırmış olsa da, yeni yerler görmek keyifliydi.


darıca hayvanat bahçesine gitme girişimi çok riskli oldu bizim açımızdan, orası kokuyor diyenler oldu, çok kötü diyenler oldu ama benim sevdam bizi oralara kadar götürmeye yetti. dehşet bir kalabalık vardı, giden insan profili oldukça düşüktü. türlü türk esprilerine maruz kalan hayvanlar aslında daha fazlasını hak ediyordu. kocaman devasa bir hayvanat bahçesi, kuş çeşitleri sonsuz diyebilirim. fil göremediğime üzüldüğüm hayvanat bahçesinde en sevdiklerim, boz ayılar ve dev kaplumbağa oldu. 200 yıl yaşıyor olmak nasıldır merak ediyorum, dev kaplumbağa o haliyle 200 yıl geçiriyor aslanlar, kaplanlar her zamanki gibi en çok ilgiyi alıyor. yırtıcılara acayip bir merakımız var, timsahların beslenme saatine denk geldiğimiz için şanslıydık ama fazlasıyla kokan bir bölüm. devekuşları sonsuz iticiydi diyebilirim, lamalardan su aygırlarına, baykuşlardan akbabalara kadar tonlarca çeşit hayvan görüp kendimizden geçtik.







puhu baykuşunun adı, sadece "puhuu" diye ses çıkardığı için böyle konmuş. simplicity is the best. 


işte dev kaplumbağa, yanındaki de standart boydan yine de büyük bir kaplumbağa. 
dev kalumbağamız yanlış hatırlamıyorsam 92 yaşında. 





bu pazar diğerlerine hiç mi hiç benzemedi!  yazı kısa, fotolar seyirlik olsun.

#214

tıpkı onun hazırladığı gibi.. viski kadehinde kavunlu keglevich, kokusu içmeden sarhoş etmelere yeter, arka fonda norah jones, love me tender diyor. gerginim, herkesin hayatını bir şekil yaşaması, hep benim kendimi adapte ederken buluşum canımı sıkıyor. bardağı sertçe yerinden kaldırıp dudaklarıma götürdüğümde, hep aynı irkiliş, buzlar dudaklarıma değdikçe serinliyorum. sakinleşeceğim söz, önce bu kadehi devirmem lazım. %20 alkol damarlarımda bi' gezinsin, hala gergin olabiliyorsam, tatile çkarım.

ikinci şarkı,  sunrise. daha sakinim, parmaklarım yavaşladı. artık hikayeler anlatabilirim, ama öncesinde bu lanetli posttan kurtulup yeni bir sayfa açmam lazım.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

#213

birkaç hafta öncesinde cumartesi sabahı soluğu sade kahvede aldıktan sonra, yeni açılan doubletree by hiltona gittik, otel yepyeni. hemen soluğu odamızda aldık, aynalarla dolu koridordan geçerken aynaların üzerine yapıştırdıkları bambu sticklerlarına bayıldık. oda hayalimizin ötesindeydi, kocaman bir camdan  kadıköy iskelesini gördük, koskocaman bir yatak, üzerinde 8 tane yastıkla büyükçe bir televizyonun ve dvd playerın karşısında duruyordu. hemen üstümüzü değiştirdiğimiz gibi, bikini/mayolarımız giyip terasta bulunan havuzun yolunu tuttuk. terasında 360 var, gece güzel bir istanbul manzarasında yemek yemek mümkün. havuzu ufacık, dışarıya da açık olan havuzun girişi 100 TL, olası taleplerin önünü kesmek için yapılmış. havuzun her yerini 1.59'luk bana bile boy veriyor, girişteki merdivenlerin orda jakuzi var. mojitoları aldığımız gibi, kendimizi keyiften keyfe vurduk. iyice güneşlendikten sonra akşam üstü kadıköye doğru yol aldık. baylan pastanesinin önünden geçerken, home tv'de yapılışını izlediğimiz macaron towerı gördük, sonra da çiyada aldık soluğu. o sıcaklar içinde kebap yemek çok mantıklı bir hamle olmasa da, kireçte kabak tatlısıyla meşhur bu yeri ondan saklamak istemedim.

o kalabalık menü içerisinden tek bir şeyi seçebilmek zor oldu ama sirinan kebabı yedim. 9.9 şiddetinde tavsiye edilesi bir lezzetti. odaya dönüp de yatağa uzandığımızda, dvd playerda incir reçeli vardı. hani şu sinemada bir iki hafta kalıp da, vizyondan kalktıktan sonra kıymeti bilinen filmler serisinden. birlikte filmi izledik, yer yer gözlerim doldu da çaktıramadım. filmin sonunda gözyaşları içinde sırtımı sevgiliye döndüğümde anladı, onun yanında ağlamak zayıflık gibi gelmiyor, bu duygusal hallerime gülüyor, kahkahalar atıyor sinir bozucu şekillerde, sonrasında gelip bir sarılıyor, bütün dertleri savuşturduğunu hissediyorum.

sabah kahvaltısı da çok başarılı olan otel, istanbulda kaldığımız adaları da sayarsak altıncı otel olarak kayıtlara geçti.

12 Ağustos 2011 Cuma

#212

cumartesi sabahı gözümüzü açar açmaz, eşyalarımızı toplayıp önce hisardaki sade kahveye kahvaltıya gittik. hisarın dibindeki kahvaltı yerleri içinde bence en güzeli hep nar, belki biraz garsonları küstah, belki biraz devinim hızlı ve müşteri çok umurlarında değil ama yine de en keyifli kahvaltı tabağı onların. fincan ilk açıldığı zamanlarda çok şahaneydi, sonrasında büyüdükçe büyüdüler ve eski sevimli halleri kalmadı. pastane işi tutuyor, kahvaltı yerleri tutuyor ama bu mekan sahiplerinin zincir olup büyümektense, kadıköydeki baylan pastanesi gibi, koşuyolundaki ceviz ağacı gibi tek kalıp niş olmayı becerebilmesi gerekiyor.



*kahvaltıdan bir kare bulamadığım için bunlar namlı gurmedeki eski bir kahvaltıdan kalma kareler

kahvaltımızı ederken masaya dışardan bir kadın yanaştı, açık buğday tenli, sarışın küt saçlı renkli gözlü bir kadındı. daha önce hiç rastlamamıştım, elinde siyah bir poşet, kalem sattığını söyledi cross kalem, çok meşhurmuş bilirmişim öyle dedi, beş liraya alıverdik birkaç tane. 99 depreminde kolunu kaybettiğini söyledi, sigorta karşılamadığı için koluna protez takamamışlar, omzundan dirseğine kadar dikiş atılmıştı, amerikan koleji mezunuyum dediğinde, tereddütsüz inandım. sonra da içime vicdan azabı çöreklendi, her şey insanlar için derken, çok fazla şeye sırt çevirdiğimi fark edip, kendime kızdım.

kahvaltı sonrasında soluğu modanın yeni oteli doubletree by hilton'da aldık, ama otel macerası bir sonraki yazıya kalacak.

#211

yarın sevgili geliyor dediğimde ayın 27siydi.. iki haftayı devirip sevgiliyi uğurladıktan sonra tekrar yazabilecek durumdayım. 28.07 bizim ikinci senemizdi, her şeyin başlangıç noktası saydığımız, öylesine seçtiğimiz birgün. özel günlerle pek aram yoktur, kutlamayı çok sevmem ama neden bilmem aklımdan da atamıyorum böyle günleri, illa bir yer ediyor istemsiz.

sevgili perşembe geldi şehrime, öğlen işyerime uğradı ayaküstü gördüm, sonrasında bir akşam yemeği ve sinema ile gelişini kutladık. le nom des gens beklediğimiz kadar iyi olmasa da, parçalı bulutlu güldürdü bizi.


ertesi gün haftanın yorgunluğunu suada fish'te attık diyebilirim. adaya gitmek için kuruçeşme iskeleden sürekli bir tekne hareket halinde oluyor, insanların şıkır şıkır giyinmiş halleriyle, o topukluların tepesinde tekneye sığışıp, boğazın bir kısmını aşıp elit adaya vardık. galatasaray adasına buz ada diyen de var, su ada diyen de var, neye göre kime göresini anlamam mümkün olmuyor ne yazık ki. suada fish keyifliydi, boğazın ortasında olmaktansa, yakalardan birinde deniz kenarında olup manzaraya dalmak daha keyifli bencesi. benim deniz mahsülleriyle pek aram yok, oldum olası deniz kokusu rahatsız eder beni yemeğe karışınca, ama birazcık atıştırmaya cesaret edebilecek kadar güzeldi.


yemek, manzara, servis, bizim fotoğraflarımızı çekmeye doyamayan garson, tekne her şey çok güzeldi de, kuruçeşmede otoparktan taa iskeleye kadar topuklularla yürüyüşümü, ikinci yıl yemeği öncesi gerilişimizi ve hayatımda otoparka verdiğim en yüksek tutar olan 18 tl'yi asla unutamam sanırım.

bu tatlı cumanın ardından, kendimizi sonsuz yorgunlukla eve attık.