16 Aralık 2010 Perşembe

anlatamadığım hikayeler

dün inanılmaz yoğun bir işyeri ortamı. gün içinde yaptığım işlerin ufak bir listesini tutuyorum, akşam dinçerin gelmesini beklerken, kontrol yapıyorum. çıkmamış birkaç eft işlemi ilişiyor gözüme, merkez bankası kapanalı iki saat olmuş. araştırmacı ruhum giriyor devreye, talimatı buluyorum, firmanın hesabını yokluyorum, işlemi yapmayan adamı buluyorum, derken birkaç ekran görüntüsü ve tonlarca insana işlem yapılmadı diye mail gönderiyorum. aslında işlemleri kontrol etmek hiçbirimizin görevi değil, bizden çıktı ya diyip, genel müdürlüğe bırakırız işleri ama yeni başlayıp göze girmeye çalışan, hepsinden öte kendi iş düzenini kurmaya çalışan bünyem için bu biraz eziyetli de olsa güzel bi' yol.

bu sabah işyerine gidiyorum, herkes tebrik ediyor, yaptığımın süper bişey olduğunu, dikkatli olduğumu söylüyorlar. asla aferin demeyen o kadının benle gerçekten gurur duyuşunu izliyorum, takdir öyle şahane bir şey ki, benim için en büyük motivasyon. ama öyle gaza getirmek için söylenenler değil, gerçekten hakettiklerim, beni işe nasıl bağlıyorlar belli değil.

dün geceye dönelim, bu mailleri gönderip gönül rahatlığı ile şubeden çıktık dinçerle, o da iş çıkışında beni almaya gelmiş dünyalar tatlısı bir gay arkadaş. şubeden çıkıyoruz, kocaman baston bi şemsiye açıyorum, taşımamı ister misin diyor, yoo iyiyim böyle diyorum, olley diyor, şemsiye taşımayı sevmezmiş kendisi. kolkola yürüyüp kitchenette'e atıyoruz kendimizi, iş sonrasında gelmiş insancıklarla dolu ortam, bakıyorum, tanıdık yok, içim rahat ediyor. ilk başta her şey normal, yemek seçiyoruz, o benim yemeğimi seçiyor, aralarda laflıyoruz ikimiz de çok açız. garson ne içeceksiniz diye sorduğunda, bana bakıp şarap diyor. efendim diyorum, garson adımı şarap sanıyor şaşkınlıkla. gayliğini sonsuz kabul etmişliğiyle dönüp "şarabı erkekler seçer, ben erkek değilim sen seç" diyor, gülüyorum sanki ben erkekmişim gibi. erkek olmaya daha yakınsın diyorum, o seçiyor. bir şişe merlot geliyor masamıza, o kadar sıcak ki, buzlu kova istemek zorunda kalıyoruz. muhabbet alıp başını gidiyor, o quesedillasını yerken benle paylaşıyor, ben de güveçte körili tavuğuma ve yasemin pilavıma yumuluyorum. kadehler hızla devriliyor, saat 9 ve biz sarhoşuz. ne dilimizden çıkanlar umrumuzda ne de bize bakan masalar. kocaman bir tatlı söylüyoruz ortaya, bol çikolatalı, sonra da birkaç kadeh şarap daha dönüyoruz. o artık sevişmek istemediğini söylüyor, sus dedikçe gülüyor, arlanmaz çocuklar gibiyiz. garson dinçeri beğeniyor, sadece kahkahalar atıyoruz. tatlı faslını da bitirince kalkıyoruz, kolundan tuttuğum gibi ipekyola giriyoruz, askılar elimden kayıyor, akşamın 9 buçuğunda alışveriş merkezinde sarhoş iki salağız, salağız ama mutluyuz.

sıkılıp çıkıyoruz, minibüse bindiriyor beni, ayrılıyoruz sıkıca sarılıp, minibüste tam parayı uzatacakken üniversitemden bir asistana rastlıyorum, jason. jasonla laflıyoruz, asistan olduğu okuldan, üniversiteden bahsediyoruz. görüşelim diyoruz, hoşuma gidiyor. arka koltuktan para uzatan kadın beni yabancı sanıyor, yoo türkçe de biliyorum diyorum. ben erken indiğim için jasonla vedalaşıyoruz. eve yürürken dinmiş yağmurun etkisindeki toprak kokusu şarabımın kokusuna karışıyor, eğlendim, jasonı gördüm, üniversiteyi özledim derken mutlu mutlu yürüyorum. birden ayağım kaydığı gibi düşüyorum, birinci sınıf restoranın valeleri koşuyor hemen karşı kaldırımdan, bana yardım etmeye çalışıyorlar kalkmam için, bense gülüyorum. adamlar beni ayağa kaldırıyor, iyiyim yok bir şey diyerek uzaklaşıyorum yanlarından.

eve gelip teyzemlere olan biteni anlatıyorum, o kafayla hala nasıl anlatabildiğimi bilmiyorum. sonra parmağımda babannemin düğün yüzüğü ile uykuya dalıyorum. karmakarışık rüyalardan sonra sabahı ediyorum.

bugün öyle güzel hissettim ki kendimi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder